İslam Dünyasının Parça Parça Olmasının Nedeni: Kur’an’ın Tek Rehber Olarak Kabul Edilmemesi
Giriş: Dünya Dinleri ve İslam Ümmetinin Çelişkisi
Dünya üzerinde milyarlarca insan, farklı inanç sistemlerine bağlı olarak yaşamaktadır. Bu dini çeşitlilik içinde, İbrahimi dinler – Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam – önemli bir yer tutar. Küresel çapta, Hristiyanlık yaklaşık 2.5 milyar takipçisiyle en büyük din konumundadır. İslam ise 2020-2024 verilerine göre 1.9 ila 2 milyar civarında takipçisiyle dünyanın ikinci en büyük ve en hızlı büyüyen dini grubunu oluşturmaktadır. Yahudiliğe inananların sayısı ise yaklaşık 14.7 ila 14.8 milyon civarındadır. Bu sayılar, dünya nüfusunun önemli bir kesiminin bu köklü İbrahimi geleneklere bağlı olduğunu göstermektedir.
Aşağıdaki tablo, başlıca küresel dini nüfusları yaklaşık 2020-2024 verileriyle özetlemektedir:
| Dinler – İnançlar | Nüfus (Yaklaşık) |
| Hristiyanlık | 2.5 milyar |
| Müslümanlık | 1.9 – 2 milyar |
| Musevilik | 14.8 milyon |
| Hinduizm | 1.2 milyar |
| Budizm | 0.5 milyar |
| Bağlantısız/Dinsiz | 1.2 – 1.6 milyar |
İslam, evrensel bir mesajın taşıyıcısı olarak, Hz. Adem’den başlayıp Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberler aracılığıyla devam eden, nihayet Hz. Muhammed ile son bulan kesintisiz bir ilahi vahiy zincirini temsil eder. Bu soy ağacı, Kur’an’a göre, Allah’a teslimiyetin (İslam’ın) tek, evrensel ve zamandan bağımsız yolunu sürekli olarak tebliğ etmiştir. “İslam” kavramı, bu bağlamda, belirli tarihi dönemlerin veya peygamberlik görevlerinin ötesine geçerek, ebedi bir adanmışlık yolunu ifade eder.
Ancak, bu birliğe ve tek ilahi mesaja yapılan vurguya rağmen, günümüzdeki küresel Müslüman topluluğu çarpıcı bir çelişki sergilemektedir. Aynı dine mensup olduklarını iddia etmelerine rağmen, Müslümanlar mezheplere ve farklı düşünce okullarına ayrılmış durumdadır. Bu bölünmeler, çoğu zaman çelişkili yorumlara, tutarsız uygulamalara ve hatta aynı inancı paylaştığını iddia eden gruplar arasında açık düşmanlığa ve şiddete yol açmaktadır. Bu içsel uyumsuzluk, Kur’an’ın açık birleşme çağrıları ve ayrılığa karşı uyarılarıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır. Eğer ilahi metin birlik konusunda bu kadar netse, bu yaygın bölünmenin kaynağının Kur’an’ın kendisi dışında bir yerde aranması gerektiği açıktır. Bu durum, raporun temel argümanını oluşturarak, Hadis ve insan yapımı mezhepleri, İslam’ın orijinal, birleşik vizyonundan bu temel sapmadan sorumlu harici, Kur’an dışı unsurlar olarak konumlandırmaktadır.
I. Kur’an’da Mezhep Kavramı Yoktur
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın birliğini (Tevhid) öğretir ki bu, İslam dininin temel prensibidir. Tüm insanları bu prensip üzerinde birleşmeye davet eder ve çatışmaya, ayrılığa yol açacak her türlü eylemi kesin bir dille yasaklar.
Kur’an’da mezhepçiliğe karşı sayısız doğrudan emir bulunmaktadır. Örneğin, müminlere “Hep birlikte Allah’ın ipine (yani bu Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin” (Al-i İmran 3:103) buyrulmaktadır. Kur’an, “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünüp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır” (Al-i İmran 3:105) diyerek ayrılığa düşenleri şiddetle uyarmaktadır. Ayrıca, “Dinlerini paramparça edip fırkalara ayrılanlardan (yani dinde yeni şeyler icat edenlerden ve boş arzularına uyanlardan) olmayın; her fırka kendi sahip olduğuyla sevinip durur” (Rum 30:31-32) ayeti, dini parçalanma ve bid’at (dinde sonradan uydurulan şeyler) meselesini doğrudan ele almaktadır. Peygamber Muhammed de Kur’an’ın birleşme çağrısını yineleyerek, “Ayrılığa düşmeyin, çünkü sizden önceki ümmetler ayrılığa düştüler ve bu yüzden helak oldular” buyurmuş, birliğin ilahi bir emir olduğunu vurgulamıştır.
Kur’an, kendi eşsiz otoritesini ilan ederek, kendisini “sözün en güzeli” (ahsenel hadis, Zümer 39:23) ve tek ilahi yasa kaynağı olarak tanımlar. Kendisini açıkça, “boş sözler” (lahvel hadis, Lokman 31:6) olarak adlandırdığı diğer rivayetlerden ayırır. İlahi metin, kendisini sürekli olarak eksiksiz, kendi kendini açıklayıcı ve tam detaylı olarak tasvir eder; bu da Allah’ın yasasını anlamak için ek metinlere duyulan herhangi bir ihtiyacı reddeder. Kur’an, başka kaynaklar arayanlara doğrudan meydan okur: “Artık Allah’tan ve O’nun ayetlerinden (Kur’an’dan) sonra hangi söze (hadise) inanacaklar?” (Casiye 45:6). Bu retorik soru, Kur’an’ın münhasırlık iddiasını pekiştirir. Benzer emirler başka ayetlerde de bulunur: “Ondan (Kur’an’dan) sonra hangi söze (hadise) inanacaklar?” (A’raf 7:185, Murselat 77:50).
Ayrıca Kur’an, “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am 6:38) ve “Biz sana her şeyi açıklayan bir Kitap indirdik” (Nahl 16:89) buyurarak, kendi kapsamlı doğasını açıkça belirtir. Bu durum, Kur’an’ın kendi yeterlilik iddiaları ile Hadis’in geleneksel olarak ikincil, vazgeçilmez bir yasa kaynağı olarak algılanması arasındaki derin ve esaslı gerilimi ortaya koymaktadır. Eğer Kur’an, kendisinin eksiksizliğini ve “her şeyi açıklama” yeteneğini defalarca vurguluyorsa, Hadis’in geleneksel rolünün (Kur’an’da bulunmayan boşlukları doldurmak veya detayları sağlamak) temel dayanağı, ilahi metnin kendisi tarafından sarsılmaktadır. Bu durum, Hadis’in Kur’an ile birlikte bir yasal kaynak olarak entegrasyonunun ve kabulünün, Kur’an’ın kendi tanımından ve amaçlanan rolünden önemli bir sapmayı temsil ettiğini düşündürmektedir. Bu entelektüel kayma, mezhepsel bölünmelerin bu Kur’an dışı temeller üzerine inşa edildiği argümanının zeminini hazırlar, zira Hadis’in farklı yorumları kaçınılmaz olarak farklı düşünce okullarına yol açmaktadır.
Kur’an anlatısı, İslam’ı Hz. Muhammed ile ortaya çıkan yeni bir din olarak değil, Hz. Adem’den Nuh’a, İbrahim’den Musa’ya, İsa’dan Muhammed’e kadar tüm peygamberler aracılığıyla vahyedilen, Allah’a teslimiyetin yolu olan kadim ve evrensel din olarak sunar. Bu kesintisiz peygamberlik zinciri, zaman içinde tek, değişmez bir ilahi mesajı ve birleşik bir dini kimliği vurgular. “Mezhep” kavramının, bu tek, kapsayıcı inanç içindeki ilahi olarak onaylanmış bir bölünme olarak Kur’an söyleminde yer almaması, birleşik bir dini miras fikrini pekiştirmektedir.
II. Hadislerin Ortaya Çıkışı ve Mezheplerin Oluşumu
Günümüzde Hadis’e yaygın olarak güvenilmesine rağmen, tarihi kayıtlar Peygamber Muhammed’in kendi sözlerinin yazılmasını yasakladığını göstermektedir. Kendisinin, “Benden Kur’an’dan başka hiçbir şey yazmayın; kim benden başka bir şey yazmışsa onu silsin” dediği rivayet edilir. Bu durum, onun hayatı boyunca Kur’an’ın tek yazılı dini rehberlik kaynağı olarak önceliklendirilmesine dair açık bir direktifi işaret etmektedir.
Peygamber’in vefatından sonra, ilk halifeler, özellikle Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, bu yasağı kesinlikle sürdürmüşlerdir. İlk Halife Hz. Ebubekir’in kendi 500 Hadis koleksiyonunu yaktığı ve Kur’an’ın yeterliliğini vurguladığı rivayet edilir: “Allah’ın elçisinden hiçbir söz nakletmeyin veya iletmeyin. Hadis anlatmak isteyenlere deyin ki: İşte Allah’ın Kitabı bizdedir, Kur’an’da sizin için helal kılınana uyun ve onda haram kılınandan kaçının”.
İkinci Halife Hz. Ömer bin Hattab, bu konudaki duruşunda daha da kararlıydı ve meşhur sözüyle “Hasbuna Kitabullah” (Bize Allah’ın Kitabı yeter) diyerek ün salmıştır. Hadislerin Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştıracağından ve karışıklığa yol açacağından endişe ederek Hadis koleksiyonlarının yok edilmesini aktif olarak emretmiştir. Bu durumu, Mişna’nın Yahudiliği yozlaştırdığı algısıyla paralellik kurarak açıklamıştır. Hatta diğer şehirlerdeki sahabelere mektuplar göndererek ellerindeki Hadis kopyalarını yok etmelerini emretmiştir. Dördüncü Halife Hz. Ali’nin de Hadis sayfalarının yok edilmesini emrettiği rivayet edilir. Bu durum, “Raşid Halifeler” arasında Hadislerin resmi olarak derlenmesine karşı tutarlı bir politika olduğunu göstermektedir.
Bu, Hadislerin sadece pasif bir şekilde toplanmamasından öte, Peygamber’e en yakın ve Müslüman topluluğuna liderlik etmekle görevli olan kişiler tarafından aktif, kasıtlı ve sürekli bir “bastırma” politikası uygulandığını göstermektedir. Bu bastırma, ilk Müslümanlar arasında Kur’an’ın dini yasa ve rehberliğin tek ve yeterli yazılı kaynağı olması gerektiğine dair açık ve bilinçli bir anlayışın varlığını ima etmektedir. Hz. Ömer’in açıkça belirttiği gibi, diğer yazılı geleneklerin (Hadislerin) karışıklığa, sapmaya veya hatta ilahi Kitab’ın önüne geçmesine neden olabileceği korkusu mevcuttu. Bu tarihi gerçeklik, Hadislerin her zaman zımnen ikincil bir yasa kaynağı olması gerektiği ve sadece korunmak için sonradan derlendiği yönündeki geleneksel anlatıyla temelden çelişmektedir. Bunun yerine, Hadis koleksiyonlarının ve mezheplerin sonraki ortaya çıkışının, erken İslam’ın orijinal niyetinden ve uygulamasından daha önemli ve kasıtlı bir sapma olduğunu düşündürmektedir.
Erken dönemdeki yasaklamalara rağmen, Hadislerin sistematik ve kapsamlı derlenmesi çok daha sonra, Peygamber Muhammed’in vefatından yaklaşık bir ila iki yüzyıl sonra (yaklaşık M.S. 700-1000) başlamış, başlıca koleksiyonlar M.S. 8. yüzyılda (Hicri 2. yüzyıl) ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski yazılı koleksiyon olan Muvatta İmam Malik bile, Muhammed’in sözlerini sahabelerinin sözleriyle harmanlamıştır. Sünni İslam için temel kabul edilen altı “sahih” koleksiyon (Sihah Sittah), Sahih Buhari ve Sahih Müslim dahil olmak üzere, daha da sonra, M.S. 9. ve 10. yüzyıllar (Hicri 3. yüzyıl) arasında derlenmiştir.
Hadisleri kaydetmedeki başlangıçtaki tereddüt, Kur’an ile karışıklığa yol açma ve sözlü aktarım yoluyla kusur veya eksiklikler getirme korkusundan kaynaklanmıştır. Ancak, Peygamber’in vefatından sonra “çeşitli meseleleri ele almak için öğretilerine duyulan önemli ihtiyaç” nedeniyle Hadislerin yaygın olarak anlatılması başlamıştır.
Hadis derlemesinin ardındaki siyasi motivasyonlar da önemlidir. Tarihi analizler, İslam içindeki orijinal ayrılığın (Hariciler, Sünniler ve Şiiler’e yol açan) temel olarak Peygamber’in vefatından sonraki siyasi ve dini liderlik mücadelesi üzerine bir anlaşmazlık olduğunu ortaya koymaktadır. Farklı gruplar ve yeni ortaya çıkan hukuk okulları ortaya çıktıkça, belirli hukuki hükümlere, teolojik yorumlara ve siyasi iddialara destek sağlamak için Hadis’e olan ihtiyaç artmıştır. 9. ve 10. yüzyıllarda mezheplerin konsolidasyonu, belirli yorumların otoritesini sağlamlaştırmak amacıyla bazı dogmatik ilahiyatçıları, hükümet yetkililerini ve Sünni olmayan mezhepleri dini söylemden dışlamak için stratejik bir hamle olmuştur.
Bu durumun derin anlamı, İslami hukuk ve mezhepsel doktrinin önemli bir kısmının, doğrudan, bozulmamış ve ilahi olarak korunmuş bir aktarım olmaktan ziyade, Peygamber sonrası, insan kaynaklı bir yapı olduğu ve çoğu zaman siyasi çıkarlar, iktidarı pekiştirme ihtiyacı veya belirli görüşleri haklı çıkarma arzusu tarafından etkilendiğidir. Bu, Hadis’in bozulmamış, ilahi olarak amaçlanmış ikincil bir yasa kaynağı olduğu yönündeki geleneksel iddiayı temelden sarsmakta ve bu bölünmelerin Müslüman Ümmeti içindeki parçalanmaya ve ayrılığa doğrudan yol açan “insan yapımı uydurmalar” olduğu argümanını güçlendirmektedir.
Başlıca Sünni mezhepler – Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli – M.S. 9. ve 10. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır; bu dönem Hadislerin sistematik olarak toplanmasını doğrudan takip etmektedir. Bu zaman çizelgesi, mezheplerin Hadis derlemesinden sonra oluştuğu yönündeki iddia ile tam olarak örtüşmektedir. Bu okullar, kendi adlarını taşıyan kurucuları olan önde gelen hukukçular ve ilahiyatçılar tarafından kurulmuştur. Başarıları ve nihai egemenlikleri, ilahi bir buyruktan ziyade, entelektüel yetenek, fıkıh’a (İslami hukuk) özgü metodolojik yaklaşımların geliştirilmesi ve öğretilerini kurumsallaştıran ve yayan etkili öğrenci topluluklarının birleşimi sayesinde gerçekleşmiştir.
Her kurucu benzersiz bir yaklaşım sunmuştur: Malik, Medine geleneğine ve uygulamalarına odaklanmıştır; Ebu Hanife, rasyonel analizi (raʾy) ve hukuki tercihi (istihsan) vurgulamıştır; İmam Şafii, Malik’in geleneğini Bağdat’ta öğrendiği raʾyile birleştiren dengeli bir yaklaşım benimsemiş ve Hadis’i evrensel bir hukuk kaynağı olarak öne çıkarmıştır; ve İbn Hanbel, Hadis’e odaklanmış, çoğu zaman raʾy‘ı reddederek katı gelenekçiliği tercih etmiştir. Bu farklı metodolojiler, doğal olarak farklı hukuki kararlara ve yorumlara yol açmıştır.
Aşağıdaki tablo, başlıca Sünni mezheplerin kurucularını, dönemlerini ve temel metodolojilerini özetlemektedir:
Başlıca Sünni Mezhepler: Kurucular, Dönemler ve Temel Metodolojiler
| Mezhep | Kurucu | Dönem | Temel Metodoloji |
| Hanefi | İmam Ebu Hanife | 767 (8. yy) | Rasyonel analiz (raʾy), hukuki tercih (istihsan), mantıksal tutarlılık vurgusu; kendi eser yazmamış, öğrencileri aracılığıyla aktarılmıştır. |
| Maliki | İmam Malik bin Enes | 795 (8. yy) | Medine’nin gelenekleri ve uygulamaları (amel ehl-i Medine) ve Muvatta (Hadis ve hukuki görüş derlemesi) odaklı. |
| Şafii | İmam Şafii | 820 (9. yy) | Hadis ile raʾy’ı birleştiren dengeli yaklaşım; Hadis’i evrensel hukuk kaynağı olarak yüceltme; er-Risale’de İslami hukukun kurallarını formüle etme. |
| Hanbeli | İmam Ahmed bin Hanbel | 855 (9. yy) | En muhafazakar; Hadis’e ve erken geleneklere katı bağlılık, çoğu zaman raʾy’ı reddetme; Müsned (Hadis derlemesi). |
Bu tablo, her bir okul hakkında temel bilgileri sunarak, onların insan kurucularını, yaklaşık ortaya çıkış dönemlerini ve İslami hukukta farklı metodolojik yaklaşımlarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu, bu okulların ilahi olarak tayin edilmiş yapılar olmaktan ziyade, insan zekasının ve tarihi gelişimin ürünleri olduğu argümanını görsel olarak pekiştirmektedir. Bu durum, mezheplerin Peygamber’den sonra ve Hadislerin derlenmesinden sonra ortaya çıkan “insan yapımı uydurmalar” olduğu yönündeki iddiayı doğrudan desteklemektedir.
Mezhepler Arası Hadis Referansları ve Ayrışmalar
İslam mezhepleri arasındaki hadis referansları konusu, mezheplerin ortaya çıkışı ve gelişimini anlamak için merkezi bir öneme sahiptir. Temel olarak, evet, Buhari ve Müslim gibi ana Sünni hadis külliyatlarını referans kabul eden ancak zamanla farklı fıkhi yorumlar veya ilkesel duruşlar nedeniyle ayrı mezhepler kurmuş veya mevcut mezhepler içinde farklı ekoller oluşturmuş yapılar mevcuttur. Ancak bu durum, “aynı hadis kitaplarını kabul edip ayrı bir mezhep kurma” şeklinde doğrudan ve basit bir nedensellik ilişkisiyle açıklanamaz; genellikle daha karmaşık dini, siyasi ve sosyal dinamiklerin bir sonucudur.
Ortak Hadis Külliyatını Kabul Eden Sünni Mezhepler
Sünni İslam’ın dört ana fıkıh mezhebi olan Hanefilik, Malikilik, Şafilik ve Hanbelilik (9.-10. yüzyıllar), temel hadis referansları olarak Kütüb-i Sitte adı verilen altı kitabı kabul ederler. Bu altı kitap şunlardır:
- Sahih-i Buhari (İmam Buhari, 870)
- Sahih-i Müslim (İmam Müslim, 875)
- Sünen-i Ebu Davud (Ebu Davud, 889)
- Sünen-i Tirmizi (İmam Tirmizi, 892)
- Sünen-i Nesai (İmam Nesai, 915)
- Sünen-i İbn Mace (İbn Mace, 887)
Bu dört mezhep, aynı hadis külliyatına dayanmalarına rağmen, fıkhi metodolojilerindeki (içtihad) farklılıklar nedeniyle ayrı yorum ve hükümler geliştirmişlerdir. Örneğin:
- Hanefi mezhebi, hadisin yanı sıra rey (akıl yürütme), kıyas (benzetme) ve istihsan (hukuki tercih) gibi yöntemlere daha fazla ağırlık verirken, hadislerin kesinliği konusunda daha sıkı kriterler benimsemiştir.
- Maliki mezhebi, Medine ehlinin uygulamalarına (amel-i ehli Medine) ve maslahata (kamu yararı) öncelik tanımıştır.
- Şafii mezhebi, hadislerin önemini vurgulamış ve Kur’an ile Sünnet arasındaki ilişkiyi sistematik hale getirmiştir.
- Hanbeli mezhebi ise hadislerin lafzi anlamına en sıkı bağlılığı göstermiş, “ehli hadis” olarak anılmıştır.
Yani, bu mezheplerin referans hadis kaynakları aynı olsa da, bu hadisleri anlama, yorumlama ve hüküm çıkarma yöntemleri farklılık göstermiştir. Bu durum, onların ayrı mezhepler olarak varlıklarını sürdürmelerine yol açmıştır.
Referans Farklılıkları ve Ayrışmalar
Diğer mezhepler ise hadis külliyatı konusunda Sünni ana akımdan belirgin şekilde ayrılırlar:
- Şii İslam: Şii mezhepleri (özellikle Onikiciler/Caferilik), Sünni hadis külliyatını kabul etmezler. Kendi hadis külliyatları olan “Dört Kitap”a (Usul-i Kafi, Men La Yahduruhu’l-Fakih, Tehzibu’l-Ahkam, el-İstibsar) dayanırlar. Bu hadisler, Ehl-i Beyt imamları aracılığıyla rivayet edildiği kabul edilen hadislerdir.
- Haricilik/İbazilik: Haricilik, ilk ortaya çıkan siyasi-dini ayrılıklardan biridir (7. yüzyıl). Günümüzdeki tek kolu olan İbazilik, hem Sünni hem de Şii hadis külliyatından farklı olarak, kendi kabul ettikleri ve sıkı kriterlerle seçtikleri hadisleri kullanır.
- Kur’ancılık: Modern dönemde (20. yüzyıl ve sonrası) ortaya çıkan Kur’ancılar ise, hadislerin tümünü veya büyük bir kısmını reddederek, yalnızca Kur’an’ı referans alan bir anlayış benimsemişlerdir. Onlar için Buhari dahil hiçbir hadis kitabı dini bir otorite teşkil etmez.
III. Mezheplerin Çelişkisi ve Bölünmüş Ümmet
İslam’ın ilk yüzyıllarında çok sayıda düşünce okulu ve hukuki yorum mevcutken, M.S. 12. yüzyıla gelindiğinde dört büyük Sünni mezhep (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli) egemenliklerini pekiştirmiştir. Bu dört okul genellikle birbirlerinin geçerliliğini kabul etse ve yüzyıllardır hukuki tartışmalara girmiş olsa da, yükselişleri diğer birçok erken döneme ait okulun (örneğin Ceriri, Evzai, Leysi) marjinalleşmesine veya yok olmasına yol açmıştır.
Bu dört okulun egemenliği, ilahi bir buyruğun sonucu değil, devletin belirli alimlere verdiği destek, akademik tartışmalardaki başarıları ve öğretilerini yayan çok sayıda etkili öğrencinin varlığı gibi sosyo-politik faktörlerin birleşimiyle gerçekleşmiştir. Bu durum, tamamen dini liyakate dayalı organik, evrensel bir kabulden ziyade, insan seçimi ve kurumsallaşma sürecini düşündürmektedir. Tarihsel olarak, mezhepler çoğu zaman siyasi ve akademik çatışma içindeydiler, yasama ve yargı pozisyonlarını güvence altına almak için hükümetin desteğini almak için aktif olarak rekabet ediyorlardı. Bu, dini otorite ile siyasi gücün konsolidasyonlarındaki iç içe geçmiş doğasını vurgulamaktadır.2005’teki Amman Mesajı gibi modern girişimler, bu dört Sünni okulun yanı sıra bazı Şii ve İbadi okullarını da tanıyan, önde gelen İslam alimleri tarafından bu tarihi bölünmeleri resmi olarak tanıma ve meşrulaştırma çabalarını temsil etmektedir; bu, tek, mezhep dışı bir birliğe dönüş arayışından ziyade, mevcut ayrılıkları kabullenme eğilimini göstermektedir.
Bu tarihi bağlam, dört baskın mezhebin yükselişinin, dini düşüncenin doğal, organik bir evrimi ya da “en iyi” yorumların basitçe zirveye çıktığı ilahi rehberli bir süreç olmaktan çok uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yerine, bu, önemli insan müdahalesi, siyasi manevralar, akademik rekabet ve muhalif seslerin ve rakip okulların aktif olarak dışlanması veya marjinalleştirilmesini içeren stratejik ve çoğu zaman çekişmeli bir süreçti. Bu “uzlaşma” veya “tasfiye”nin temel olarak bir güç dinamiği olduğu anlaşılmaktadır—yani, kurumsal kontrol ve siyasi etki arayışıyla güdülen, ilahi bir gerçeğin yansıması veya böyle yapılandırılmış, münhasır bir sistem için Kur’ani bir emir olmaktan ziyade, kabul edilebilir yorumların sınırlı, karşılıklı olarak tanınan bir kümesini oluşturmaya yönelik insan kararıydı. Bu, bu bölünmelerin, insan çıkarlarından (siyasi, akademik egemenlik) doğan ve dolayısıyla Ümmet’in parçalanmasına katkıda bulunan “insan yapımı” yapılar olduğu argümanını güçlü bir şekilde desteklemektedir.
Kullanıcının temel argümanı, “gerçek İslam” (Kur’an İslamı) ile “rivayet dini” (Hadis/rivayetler dini) arasında temel bir ayrım olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ayrım, dini otoritenin kaynağına dayanmaktadır. Hadisler, Peygamber’in vefatından yüzyıllar sonra derlenen sözlü gelenekler olarak, doğası gereği insan hatasına, hafıza bozukluklarına, uydurmalara, eksikliklere ve değişikliklere açıktır. Hatta erken dönem alimleri, bu endişeler nedeniyle onları kaydetmekte tereddüt etmişlerdir. Daha sonra geliştirilen titiz doğrulama kriterleri (isnad analizi gibi), bu doğal riskleri azaltma çabasıydı, ancak bunlar aktarımdaki insan öğesini kabul etmektedir. Buna karşın, Kur’an’ın bizzat Allah tarafından korunacağı açıkça belirtilmiştir: “Şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik ve şüphesiz onun koruyucusu da biziz” (Hicr 15:9). Kendi metninde defalarca eksiksizliği, açıklığı ve detaylı oluşu teyit edilerek, kendi kendine yeterli bir rehber olarak sunulmaktadır. Kur’an ayrıca, Allah’ın vahyettiği şekilde açıkça onaylanmamış atalardan kalma gelenekleri veya uygulamaları takip etmeye karşı güçlü uyarılar içerir (örneğin, Lokman 31:21, Bakara 2:170, Maide 5:104). Bu, miras alınan mezhepsel uygulamalara veya insan kaynaklı geleneklere ilahi Kitab’ın açık emirleri üzerinde körü körüne bağlı kalmaya yönelik doğrudan bir eleştiri olarak yorumlanabilir.
Bu ayrımın derin anlamı, İslam düşüncesinde sadece Kur’an’a güvenmekten Hadis’i birincil, temel bir kaynak olarak dahil etmeye yönelik tarihi değişimin, temel bir epistemolojik değişimi temsil etmesidir. Bu durum, dini otoritenin nihai kaynağını doğrudan vahyedilmiş, ilahi olarak korunmuş ve kendi kendine yeterli metinden (Kur’an) insan tarafından aktarılan, derlenen ve yorumlanan rivayetlere (Hadis) kaydırmıştır. Bu Hadisler, doğaları gereği, yüzyıllar süren sözlü ve ardından yazılı aktarım boyunca insan hafızasına, yorumuna, potansiyel hatalara ve hatta uydurmalara tabidir. Bu değişimin mezhepçiliğin temel nedeni olduğu ileri sürülmektedir. İnsan yorumu ve tarihi aktarım ilahi vahiy ile birlikte temel hale geldiğinde, farklı gruplar kaçınılmaz olarak bu insan rivayetlerini farklı şekilde yorumlayarak farklı hukuk okullarına, teolojik pozisyonlara ve mezhepsel kimliklere yol açmıştır. Böylece “rivayet dini”, insan anlayışının, tarihi bağlamın ve hata yapabilen aktarımın, doğrudan ve açık ilahi sözden ziyade, dini uygulama ve inancın birincil temelini oluşturduğu bir sistem haline gelmiş ve Müslüman Ümmeti içinde gözlemlenen parçalanmaya ve bölünmeye kaçınılmaz olarak yol açmıştır.
Sünni ve Şii arasındaki ayrılık, Peygamber Muhammed’in yerine kimin geçeceği konusundaki siyasi bir anlaşmazlıktan kaynaklanmış ve yüzyıllar boyunca önemli ölçüde derinleşmiştir. Bu tarihi bölünme, Orta Doğu’nun çeşitli yerlerinde aşırı Sünni ve Şii İslam anlayışlarının dini ve siyasi üstünlük için mücadele etmesiyle derin ve çoğu zaman şiddetli sonuçlara yol açmıştır.
681 yılında Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi gibi önemli tarihi olaylar, Şii İslam için merkezi anlatılar haline gelmiştir. Emeviler tarafından Muhammed’in doğrudan soyundan gelen liderlik iddialarını kesin olarak sona erdirmek amacıyla tasarlanan bu olay, bunun yerine belirgin bir Şii kimliğini sağlamlaştırmış ve günümüze kadar mezhepsel ilişkileri etkileyen derin köklü tarihi kırgınlıklara yol açmıştır.
Modern çağda, bu tarihi bölünmeler sıklıkla istismar edilmekte ve siyasallaştırılmaktadır. Sünni Suudi Arabistan ile Şii İran arasındaki süregelen nüfuz mücadelesi gibi jeopolitik çatışmalar, çoğu zaman açık mezhepsel alt tonlar taşımakta, dini etiketlerin güç mücadelelerini ve ekonomik rekabeti meşrulaştırmak için nasıl kullanılabileceğini göstermektedir. ABD destekli Saddam Hüseyin’in Sünni rejiminin Irak’tan devrilmesinin ardından yaşanan kaos ve 2011’de başlayan Arap Baharı’nın çalkantıları, bu mezhepsel gerilimleri daha da artırmıştır.
Mezheplerin varlığı, Kur’an’ın açıklığı ve Allah’ın her şeye gücü yetmesi iddialarına rağmen, bazıları tarafından dinin kendisini temelden itibarsızlaştırdığı şeklinde yorumlanmaktadır, zira bu durum, yaygın yanlış yorumlamalara, çatışmalara ve hatta farklı İslami kolları adına işlenen vahşetlere yol açmaktadır. Mezhepsel bölünmeler, sadece teolojik anlaşmazlıklar veya hukuki farklılıklar olmaktan çok daha fazlasıdır. Bunlar, yüzyıllar boyunca sürekli olarak sürdürülen, yeniden yorumlanan ve en önemlisi siyasi ve ekonomik kazanç için “silah haline getirilen” köklü tarihi kırgınlıklardır. “Dini” etiketler, çoğu zaman devletler (örneğin Suudi Arabistan ve İran) veya iç gruplar arasındaki temel güç mücadeleleri için uygun ve güçlü gerekçeler olarak hizmet etmektedir. Bu durum, mezheplerin “gerçek yüzünün” öncelikle doktrinsel nüansları değil, çatışma yaratmak, güç yapılarını sürdürmek ve nüfusları harekete geçirmek için manipüle edilebilecek kalıcı sosyo-politik kimlikler olarak işlev görmesi anlamına gelmektedir. Dini yön, çoğu zaman kontrol, zenginlik ve etki gibi temel insani arzuların bir perdesi haline gelmekte, böylece bu bölünmelerin temelden “insan yapımı” olduğu ve Ümmet’in birliğine ve gerçek ruhuna zararlı olduğu yönündeki argümanı pekiştirmektedir.
Rivayet Dini Mezheplerinin Şeması
- Mezheplerin Tüm Şeması
- Sünni İslam (İslam dünyasının en büyük kolu, 632 sonrası ortaya çıkmıştır)
- Fıkıh (Hukuk) Mezhepleri: (9. ve 10. yüzyıllarda ortaya çıkmış, 12. yüzyıla kadar egemen hale gelmişlerdir)
- Hanefi: İmam Ebu Hanife tarafından kurulmuştur (8. yüzyıl, kurucusu ö. 767). Rasyonel analiz (raʾy) ve hukuki tercihi (istihsan) vurgular. Türkiye, Orta Asya ve Güney Asya’da yaygındır.
- Maliki: İmam Malik bin Enes tarafından kurulmuştur (8. yüzyıl, kurucusu ö. 795). Medine geleneğine ve uygulamalarına odaklanır. Kuzey ve Batı Afrika’da yaygındır.
- Şafii: İmam Şafii tarafından kurulmuştur (9. yüzyıl, kurucusu ö. 820). Hadis ile rasyonel analizi birleştiren dengeli bir yaklaşım benimser. Doğu Afrika ve Güneydoğu Asya’da yaygındır.
- Hanbeli: İmam Ahmed bin Hanbel tarafından kurulmuştur (9. yüzyıl, kurucusu ö. 855). Hadis’e katı bağlılık ve gelenekçilikle bilinir. Kuzey ve Orta Arabistan’da yaygındır.
- Zahiri: Daha az takipçisi olan, ancak hukuki düşüncede etkisi devam eden bir ekoldür (9.-10. yüzyıl).
- Nesli Tükenmiş Diğer Okullar: Ceriri, Evzai, Leysi, Sevri ve Kurtubi gibi tarihsel olarak var olmuş ancak günümüze ulaşamamış fıkıh okulları da bulunmaktadır.
- Akaid (İnanç) Mezhepleri:
- Esari: Kur’an’ın ve peygamberlik geleneklerinin “açık” anlamına tek otorite olarak inanır; rasyonel tartışmayı (kelam) reddeder (8. yüzyıl sonları).
- Eş’ari: Ebu’l-Hasan el-Eş’ari tarafından kurulmuştur (10. yüzyıl).
- Maturidi: Ebu Mansur el-Maturidi tarafından kurulmuştur (10. yüzyıl).
- Fıkıh (Hukuk) Mezhepleri: (9. ve 10. yüzyıllarda ortaya çıkmış, 12. yüzyıla kadar egemen hale gelmişlerdir)
- Şii İslam (İslam’ın ikinci büyük kolu, liderlik anlaşmazlığından doğmuştur, 632 sonrası ortaya çıkmıştır)
- Ana Kolları:
- Caferi (Onikiciler): Şii İslam’ın en büyük koludur (8. yüzyıl, 765 sonrası).
- Zeydi (Beşiciler): Zeyd bin Ali’nin takipçilerinden türemiştir (8. yüzyıl). Modern zamanlarda Sünni ana akıma doğru bir eğilim göstermiştir.
- İsmaili: Daha sonra Nizari ve Musta’li kollarına ayrılmıştır (8. yüzyıl).
- Musta’li: İsmaililikten ayrılmıştır (11. yüzyıl, 1094).
- Tayyibi: Musta’li İsmaililiğin bir dalıdır (12. yüzyıl, 1132).
- Davudi Bohra: Tayyibi İsmaililerden ayrılmıştır (16. yüzyıl, 1592).
- Süleymani Bohra: Tayyibi İsmaililerden ayrılmıştır (16. yüzyıl, 1592).
- Alavi Bohra: Davudi Bohra’dan ayrılmıştır (17. yüzyıl, 1637).
- Musta’li: İsmaililikten ayrılmıştır (11. yüzyıl, 1094).
- Aleviler: Ayrı bir monoteist din ve etno-dini gruptur (9.-10. yüzyıl).
- Dürziler: İsmaililikten ayrılmış ve kendi özgün doktrinlerini geliştirerek İslam’dan tamamen kopmuş bir inançtır (9. yüzyıl).
- Ana Kolları:
- Haricilik (Peygamber Muhammed’in vefatından sonraki ilk siyasi ve dini ayrılıklardan biri, 7. yüzyıl, 650’ler)
- İbadi: Hariciliğin günümüze ulaşan tek koludur (7. yüzyıl).
- Nesli Tükenmiş Diğer Kollar: Sufriler, Azarika, Necdat ve Adcaritler.
- Modern ve Diğer Gruplar: (Daha yakın zamanda ortaya çıkan veya belirli coğrafi/kültürel bağlamlara sahip hareketler)
- İslami Neo-Gelenekçilik (Daha yakın zamanda ortaya çıkan)
- Liberalizm ve İlericilik (Daha yakın zamanda ortaya çıkan)
- İslami Modernizm (Daha yakın zamanda ortaya çıkan)
- Selefilik ve Vahhabilik (18. yüzyıl, Vahhabilik)
- Moorish Science Temple of America (20. yüzyıl, 1913)
- Moorish Orthodox Church of America (20. yüzyıl)
- Sünni İslam (İslam dünyasının en büyük kolu, 632 sonrası ortaya çıkmıştır)
IV. Gerçek İslam: Sadece Kur’an’ı Kerim’i Rehber Edinmek
Kur’an, Allah’ın tek kanun koyucu ve dini yasamanın tek kaynağı olma hakkını kesin bir dille ortaya koyar. “Allah’ın izin vermediği bir dini onlara yasalaştıran ortakları mı var?” (Şura 42:21) ayetiyle, bu tür eylemlerin bir tür şirk (Allah’a ortak koşma) olduğunu ima ederek, bu tür eylemlere karşı sert uyarılarda bulunur. Kur’an, kendi tamamlanmışlığını ve mükemmelliğini ilan ederek, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’dan razı oldum” (Maide 5:3) buyurur. Kur’an vahyinin sonlarına doğru indirilen bu ayet, ilahi yasanın Kur’an içinde tam olarak bulunduğunu ve dışarıdan hiçbir eklemeye ihtiyaç duymadığını belirtir. Kur’an, “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir” (En’am 6:115) diyerek, hakikatin ve adaletin nihai kaynağı olarak kendi kesinliğini ve değişmezliğini pekiştirir.
Kur’an, Peygamber Muhammed’in rolünü tutarlı bir şekilde, yalnızca Allah’ın mesajını (Kur’an’ı) iletmekle görevli bir elçi olarak tanımlar; yasa koymak veya bağımsız olarak ek dini yasalar oluşturmak onun görevi değildir. Peygamber’in kendisi de, “Ben ancak bana vahyolunana (Kur’an’a) uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım” (Ahkaf 46:9) demesi emredilmiştir. Bu ayet, onun dini otoritesini açıkça vahyedilmiş metinle sınırlar. Dolayısıyla, elçiye itaat etmek, doğrudan onun ilettiği mesaja (Kur’an’a) itaat etmekle bağlantılıdır; Hadisler aracılığıyla ona atfedilebilecek kişisel görüşlerine veya vahyedilmemiş sözlerine değil. Kur’an, “Muhammed’e itaat edin” yerine sürekli olarak “elçiye itaat edin” ifadesini kullanır; bu da itaat edilmesi gerekenin elçinin kişisel görüşleri değil, elçi aracılığıyla iletilen Allah’ın mesajı olduğunu vurgular.
Bu durum, İslam’da peygamberlik otoritesinin doğasını temelden yeniden tanımlamaktadır. Peygamber’in her sözü ve eyleminin (Hadislerde kaydedilen) bağlayıcı yasa teşkil eden bir yasa koyucu olmaktan ziyade, Allah’ın doğrudan sözlerini (Kur’an’ı) hatasız bir şekilde ileten bir elçi olarak sunulmasıdır. Ancak kişisel kapasitesinde hata yapabileceği de belirtilmiştir (örneğin, Kur’an’daki azarlamalar, Nisa 66:1’de Allah’ın helal kıldığı bir şeyi yasakladığı için onu azarlaması veya Enfal 8:67-68, Tevbe 9:43, Tevbe 9:113-114, Ahzab 33:37, Abese 80:1-11 ayetlerinde geçen diğer örnekler ). Bu yeniden tanımlama, “sadece Kur’an” argümanı için hayati öneme sahiptir. Peygamber’in rolünü yalnızca Kur’an’ı ileten bir elçi olarak kabul ederek, Hadis’ten ilahi yetkiyi fiilen kaldırmakta ve onları bağlayıcı dini yasa olmaktan ziyade, insan kaynaklı tarihi anlatılar veya kişisel sözler olarak yeniden sınıflandırmaktadır. Otoritenin tamamen Kur’an’a kaydırılması, Hadis temelli mezhepsel bölünmelerin teolojik temelini ortadan kaldırmaktadır, zira anlaşmazlıkların birincil kaynağı (farklı Hadis yorumları) artık otorite dışı hale gelmektedir.
Bu rapor, Müslüman Ümmeti içindeki köklü parçalanmanın üstesinden gelmenin ve gerçek birliği yeniden tesis etmenin tek geçerli yolunun, Kur’an’a tek ve yeterli rehberlik kaynağı olarak geri dönmek olduğu argümanıyla doruğa ulaşmaktadır. Kur’an, doğası gereği açık, anlaşılması kolay ve çelişkilerden arınmış olarak sunulur (Yusuf 12:1, Duhan 44:58, Hud 11:1); bu da onu çeşitli mezheplerden gelen karmaşık, çoğu zaman çelişkili aracı yorumlara ihtiyaç duymadan doğrudan rehberlik için erişilebilir kılar. Nihayetinde, Kıyamet Günü’nde bireyler, yüzyıllar boyunca ortaya çıkan sayısız insan yapımı geleneğe veya mezhepsel yoruma değil, Allah’ın kendilerine vahyettiği “Kitaplarına” göre sorumlu tutulacaklardır. Kur’an’ın kendisi şöyle buyurur: “Her ümmeti diz çökmüş göreceksin. Her ümmet kendi Kitabına çağrılacak. ‘Bugün yaptıklarınızın karşılığı size verilecek'” (Casiye 45:28). Bu, birey ile Allah’ın vahyedilmiş sözü arasındaki doğrudan ve aracısız ilişkiyi vurgulamaktadır.
Sonuç
Bu rapor, İslam mezheplerinin, Kur’an’ın birliğe ve yeterliliğe dair mesajıyla çelişen, insan yapımı yenilikler olduğu ana argümanını özetlemektedir. Tarihi kanıtlar, Peygamber Muhammed’in ve ilk dört halifenin Hadislerin yazılmasını yasakladığını, Kur’an’ı dini rehberliğin tek ve yeterli kaynağı olarak gördüklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak, siyasi çekişmelerin ve otorite arayışlarının etkisiyle, Hadisler yüzyıllar sonra derlenmiş ve bu derlemeler, farklı hukuki ve teolojik yorumlara dayanan mezheplerin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli gibi başlıca Sünni mezheplerin yükselişi, ilahi bir buyruktan ziyade, entelektüel yaklaşımlar, öğrenci ağları ve siyasi destek gibi beşeri faktörlerin bir sonucudur. Bu mezheplerin konsolidasyonu, diğer birçok yorumun dışlanmasına ve Ümmet içinde derin bölünmelerin oluşmasına yol açmıştır.
Bu bölünmeler, özellikle Sünni-Şii ayrılığı örneğinde görüldüğü gibi, tarihsel olarak siyasi anlaşmazlıklardan kaynaklanmış ve günümüzde de güç mücadeleleri ve jeopolitik çatışmalar için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu durum, mezhepsel kimliklerin çoğu zaman dini inançtan ziyade sosyo-politik bir işlev gördüğünü göstermektedir. Kur’an, kendisini eksiksiz, detaylı ve tek rehber olarak tanımlarken, Hadis ve mezhepsel yorumlar, ilahi vahiyden insan yorumuna doğru bir otorite kayması yaratmıştır.
Gerçek İslam’ın, sadece Allah’ın sözü olan Kur’an’a iman etmekle ve Peygamber’in rolünü sadece mesajı iletmekle sınırlı görmekle mümkün olduğu sonucuna varılmaktadır. Müslüman Ümmeti’nin parçalanmışlığını aşmak ve gerçek birliği yeniden tesis etmek için, Kur’an’ın açık ve çelişkisiz rehberliğine dönmek elzemdir. Bu dönüş, Müslümanları insan yapımı geleneklerin ve mezhepsel ayrılıkların ötesinde, Allah’ın tek ve değişmez sözü etrafında birleşmeye davet etmektedir.
Views: 5




















