Site icon BedriYilmaz.com

Üniter Devlet Anlayışı ve Atatürkçü İdeoloji

Türkiye’de Üniter Devlet Yapısına Yönelik Tehditler Karşısında Bürokratik Refleks: Atatürkçü İdeoloji

Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te üniter, laik ve demokratik bir devlet olarak kuruldu. Atatürk’ün Altı Ok ilkesi (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, İnkılâpçılık) çerçevesinde şekillendirilen yeni düzen, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü korumayı temel sayıyordu. Bu ideolojiye göre yurttaşlar ve bölgeler merkezi yönetim altında birleştirilmiş; ayrılıkçılık, şeriatçılık veya etnik milliyetçilik devlete karşı tehdit olarak görüldü.

Tek parti dönemi boyunca (1923-1945) CHP iktidarı bu ilkeleri kanunlaştırdı (örneğin 1937 Anayasası’nda “Türk Milleti’nin ve Türkiye Devleti’nin bölünmez bütünlüğü” vurgulanması gibi) ve eğitim, resmî ideoloji ve bürokrasi aracılığıyla Kemalist reçete ülke sathına yayıldı. Bu dönemde millî birlik vurgusu, yurttaşlar arasında ortak bir devlet bilinci tesis etmeyi amaçlıyordu.

Çok Partili Döneme Geçiş ve İlk Gerilimler (1950–1960)

1946’da Demokrat Parti iktidara gelinceye dek CHP iktidarında şekillenen üniter anlayış değişmese de uygulamada bazı esnemeler görüldü. DP dönemi (1950–1960) özellikle ekonomi ve din-politikaları nedeniyle CHP çevrelerinde tepki yarattı. Örneğin Menderes’in bazı vaaz ve açılış törenlerinde dinî söylemleri öne çıkarması, Atatürk devrimlerinin ruhunu zedeleme endişesi doğurdu. Ordu içindeki bazı subaylar, DP iktidarının “Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini” düşündü. Üniversite gençliğinin DP aleyhine sık sık sokak gösterileri düzenlemesi, bürokrasi ile asker kesimde huzursuzluk yarattı. Bu atmosferde ordu yönetimi, bir iç çatışma (kardeş kavgası) çıkacağı gerekçesiyle 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştirdi.

27 Mayıs 1960 Darbesi ve Sonuçları

27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetime el koydu. Darbenin ilk bildirisi, “kardeş kavgasına son vermek ve laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak” olarak gerekçelendirilmişti. Askerî cunta, Kemalist Cumhuriyetçi sistemin bekasını koruma söylemiyle hareket etti. Örneğin darbe liderlerinden Alparslan Türkeş, ezanın tekrar Arapça okutulmasını “ihanet” ilan etmiş; İhtilal Mahkemeleri’nde yargılanan DP’li siyasetçiler bu çerçevede değerlendirildi. MBK, darbeyi meşrulaştırmak için 1961 Anayasası’nı hazırlamaya koyuldu; hak, özgürlük ve millî birlik temaları öne çıkarıldı. Darbenin hemen ardından DP liderleri (Menderes, Polatkan, Zorlu) yargılanıp idam edildi, çok sayıda siyasetçi siyaset yasağı alırken okullar ve üniversitelerde Atatürk ilkeleri ağırlıklı yeni müfredatlar başladı. Bu dönemde üniversiteler devlet kontrolüne alındı; bilim ve kültür kurumlarında partizanlıktan arındırma amaçlandı. Kısacası, 27 Mayıs sonrası askerî ve sivil bürokrasi birlikte hareket ederek Atatürkçü devleti yeniden inşa etmeye çalıştı.

12 Mart 1971 Muhtırası

1960’ların ikinci yarısında sol-sağ çatışmaları tırmanınca ordu bir kez daha devreye girdi. 12 Mart 1971’de Başbakan Demirel’e yapılan askeri muhtırada ordunun mesajı, “ahlâksızlık ve bölücülüğe karşı harekete geçileceği” şeklindeydi. Hükümet istifa etmek zorunda bırakıldı. Bu dönemde devlet otoritesi güçlendirilip ANAP-DYP dönemine dek sürecek yeni yasama düzenlemeleri öngörüldü. Üniversitelerdeki solcu örgütlenmelere karşı disiplin önlemleri alındı; bazı öğrenci dernekleri kapatıldı. Muhtıranın özü, Cumhuriyet’in temel değerlerine aykırı görülen siyasi akımları frenlemek ve merkezi otoriteyi korumaktı.

12 Eylül 1980 Darbesi

1970’ler boyunca şiddet olayları, ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık derinleşince Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980’de üçüncü büyük müdahaleyi yaptı. Darbe bildirileri “ülke bütünlüğünü koruma, milli birlik ve beraberliği sağlama, muhtemel bir iç savaşı önleme, devlet otoritesini yeniden tesis etme” gibi hedefleri sıraladı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, ordunun bu müdahalesini “ülkenin ve milletin bütünlüğünü korumak, milletin hak, hukuk ve hürriyetini sağlamak” gayesiyle zorunlu bulduklarını açıkladı. Çıkan resmi açıklamalarda “demokrasinin politikacılara bırakılamayacak kadar önemli” olduğu vurgulandı. Öte yandan askeri idare, toplumun her kesiminde sert önlemler aldı: Meclis feshedildi, sıkıyönetim ilan edildi, siyasi partiler kapatıldı.

1982 Anayasası kabul edilerek, laiklik ve üniter devlet ilkeleri yeniden pekiştirildi (Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Devleti… üniter bir cumhuriyettir” ifadesi yer aldı). Üniversite özerkliği ciddi biçimde sınırlandı; YÖK kurularak eğitim idaresi sıkı denetime bağlandı. Emniyet ve yargı, terörle mücadeleye odaklandı; birçok solcu ve sağcı aşırı gruba karşı kitlesel tutuklamalar oldu. Genelkurmay, “demokrasiyi yönetme yetkisi” iddiasıyla siyasete ağırlığını koydu. Bu dönemde valilerin yetkileri genişletildi, özellikle 1980–1983 arası OHAL bölgelerinde sivil otorite sıkı denetim altına alındı. Kısacası, 12 Eylül’de de ordu ve bürokrasi işbirliğiyle Atatürk’ün eserini savunma refleksi ön plandaydı.

PKK ve 1990’lar: Kürt Sorunu Karşısında Üniter Devlet

1980’lerin ortasında PKK’nın silahlı ayaklanmasıyla Türkiye, yeni bir bölünmezlik sorunuyla karşılaştı. Devlet “bölücülükle mücadele” kapsamında terörle iç savaş koşullarında çarpıştı. O dönemin valileri ve emniyet mensupları OHAL statüsünde geniş yetkiler aldı; “Kürt açılımı” gibi söylemler dahi güçlü ordu ve merkezi yönetim refleksiyle karşılandı. Yargı, 1990’larda DYP-SHP koalisyonunda kurulmuş DEP (Demokrasi Partisi) gibi Kürt siyasetine yönelik oluşumları Anayasa Mahkemesi’nde kapatma yoluna gitme refleksini gösterdi (DEP 1994’te kapatıldı). 1990’larda üniversitelerde Kürtçe çalışmalara kısıtlamalar getirildi, eğitimin tek tip yapısı vurgulandı. 1997’ye gelindiğinde “irtica” bahanesiyle Kemalist-askeri hegemonyanın savunuculuğu tekrar ön plana çıktı.

28 Şubat 1997 Süreci

1997 MGK toplantısı “post-modern darbe” olarak anıldı. Askerî-sivil bürokrasinin ittifakıyla alınan kararlar, çoğunlukla laiklik ve üniter düzeni koruma eksenindeydi. MGK bildirgesinde “laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğu” özellikle vurgulandı. Karar metninde; tarikatların faaliyetinin durdurulması, imam-hatiplerin ortaöğretime indirgenmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitimin hayata geçirilmesi gibi laiklikçü tedbirler yer aldı. Halkın devlete bağlılık duygusunu pekiştirmek amacıyla Atatürk karşıtı eylemlerin cezalandırılması kararı açıkça yer buldu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Refah Partisi’ni “şeriatçı faaliyetlerde bulunan bir parti” olarak tanımlayıp laik Türkiye’yi korumak gerekçesiyle müdahalenin yapıldığını ilan etti.

Sivil bürokraside Diyanet işleri başta olmak üzere birimler, laik eğitim ve devletçi ekonomi politikalarını destekleyici açıklamalar yaptı. Yüksek yargı organlarından AYM, 1998’de Refah Partisi’ni ve 2001’de Fazilet Partisi’ni laikliğe aykırı eylemlerde bulundukları gerekçesiyle kapattı. Üniversiteler başörtüsünü yasaklayarak laik düzenin bir parçası oldular. Emniyet teşkilatı, MGK kararlarını uygulamak için okul ve cami çevrelerinde tedbirler aldı. Bu dönemde hem askerî hem sivil bürokrasi, Atatürkçü temeldeki üniter devleti savunmayı öncelik haline getirmiştir.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi

15 Temmuz gecesi TSK içindeki bir grubun darbe girişimi, önceki askeri müdahalelerden farklı olarak sivil iktidar ve emniyet organlarının aktif direnişiyle başarısız kaldı. Kara Havacılık Komutanlığı’ndan Binbaşı O.K.’nın millî istihbarat birimine (MİT) darbe planını ihbar etmesi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın durumu Genelkurmay’a iletmesi bu süreçte kritik rol oynadı. Alınan önlemlerle hava sahası kapatıldı, askerî hareketlilik yasaklandı. Darbeci askerler İstanbul ve Ankara’da polis tarafından engellenmeye çalışıldı; Ankara’da Çevik Kuvvet polisinin yolları kitleyen, İstanbul’da Fatih Köprüsü’nü trafiğe kapatan eylemler görüldü.

Sivil bürokrasinin diğer kolları da bu dönemde devreye girdi. Emniyet teşkilatı, sokak çatışmalarında halkın korunmasında rol aldı. Yargı, çok sayıda darbe şüphelisini soruşturdu; OHAL kanunlarıyla FETÖ mensubu asker, bürokrat ve yargıçlar kamudan atıldı. Üniversitelerde FETÖ bağlantılı akademisyenlere ilişkin soruşturmalar başlatıldı. Bu olay, “milletin iradesine sahip çıkanların” yüzyıldaki ilk başarısız darbesi olarak nitelendirildi; bir bakıma bürokrasinin yeni bir birliğe dönüştüğü bir an yaşandı. Böylece 15 Temmuz’da da devletin bütünlüğü, yasallığı ve halk egemenliği savunucu reflekslerle korunmaya çalışıldı.

Sivil Bürokratik Kurumların Refleksleri

Sonuç olarak, Türkiye’de askerî ve sivil bürokrasi her dönemde Atatürkçü devleti ve üniter yapıyı koruma refleksiyle hareket etmiştir. 1960 ve 1980 darbeleri, 28 Şubat kararları gibi kritik eşikler genellikle “devletin bekası”, “ülke bütünlüğü” ve “laiklik” söylemleri etrafında meşrulaştırılmıştır. Yüksek yargı, eğitim kurumları, güvenlik birimleri ve istihbarat teşkilatı; her nesilde farklı biçimlerde olmasına rağmen, merkezi otoritenin sürdürülmesine odaklanan bir tavır göstermiştir. Bugün de siyasi iklimde “üniter devlet” savunması, tarihsel devamlılığını koruyarak önemini korumaktadır.

Views: 2

Exit mobile version