Universe 25 Deneyi ile Günümüz Toplumu Arasındaki Benzerlikler

Benim için Universe 25 deneyi, farelerle gerçekleştirilen çarpıcı bir sosyal deney olarak, modern insan toplumuna dair potansiyel uyarılar barındırıyor. Aşağıda, önce bu deneyin ne olduğunu ve elde edilen temel sonuçları özetliyorum. Ardından, deneyde gözlemlenen nüfus çöküşünün günümüz dünyasındaki nüfus artış hızındaki düşüşle benzerliklerine, “güzeller” olarak tanımlanan narsistik fare grubunun sosyal medyadaki benmerkezci insan davranışlarıyla ortak noktalarına ve son olarak deneydeki sosyal çöküş kalıplarının modern iş, okul ve şehir yaşamına yansımalarına değineceğim.

1. Universe 25 deneyinin kısa bir özeti ve deneyin temel sonuçları

Universe 25, 1968 yılında John B. Calhoun tarafından başlatılan ve farelerden oluşan bir “ütopya” habitatında nüfus dinamiklerini ve davranışları inceleyen ünlü bir deneydi. Başlangıçta 4 dişi ve 4 erkek fare, yiyecek, su ve yatak materyali konusunda hiçbir eksikliğin olmadığı, dış tehlikelerden arındırılmış bir ortama bırakıldı. Calhoun’un bu özel tasarlanmış habitatı adeta bir fare tatil köyü gibiydi; tek kısıtlı kaynak ise yaşam alanıydı. İlk başta her şey yolunda gibiydi: fare popülasyonu hızla büyüdü, yaklaşık her 55 günde bir ikiye katlandı ve deneyin 19. ayında nüfus 2.200’ü aşarak tepe noktasına ulaştı . Ancak bu sağlıklı büyüme, kolonide yaklaşan sorunların üstünü örtüyordu. Calhoun tam da tahmin ettiği gibi, belirli bir yoğunluğa ulaşıldıktan sonra sosyal düzen bozulmaya başladı. Nüfus artışı aniden yavaşladı ve kolonide şiddet vakaları, anormal sosyal davranışlar ve ebeveynlik içgüdülerinde zayıflama gözlemlendi . Dominant erkek fareler kendi alanlarını korumakta zorlanıyor, kaybettikleri kavgaların ardından kaçacak boş yer bulamayan yenik erkek fareler (Calhoun’un tabiriyle “toplumdan düşenler”) merkezi alanlarda toplanarak anlamsız ve sürekli kavgalara tutuşuyordu . Diğer yandan bazı dişi fareler artan stres nedeniyle yavrularını erken yuvadan atmaya veya tamamen ihmal etmeye başlamıştı.

Bir süre sonra deneyde daha da endişe verici değişimler meydana geldi. Kaos ortamında doğan yeni nesil fareler normal sosyal bağlar kuramaz hale geldi ve karmaşık sosyal davranışları (kur yapma, çiftleşme, yavru büyütme gibi) gerçekleştirmekte başarısız oldular. Erkek farelerin önemli bir kısmı, diğer bireylerle etkileşime girmek yerine takıntılı bir biçimde kendilerini temizlemeye (tımarlamaya) yöneldi; dişi fareler ise çiftleşmeyi tamamen bıraktı ve neredeyse hiç hamile kalmamaya başladı. Calhoun bu asosyal ve içine kapanık fareleri “güzeller” olarak adlandırdı; gerçekten de bu fareler tertemiz ve yara bere içinde olmayan güzel kürkleriyle dikkat çekiyor, fakat kendilerine dönük narsistik bir yaşama gömülmüş haldeydiler . Güzeller hiçbir kavga ya da çiftleşme arayışına girmiyor, vaktini sadece yemek, uyumak ve kendi bakımıyla geçiriyordu . Kolonideki sosyal bağların kopmasıyla birlikte doğum oranı sıfıra indi. Calhoun’un gözlemlerine göre güzellerin bu cinsel münzevi yaşamı doğum oranını düşürdü; diğer yandan kalabalık ortak alanlarda kalan az sayıdaki ebeveyn de yavrularını ihmal ediyor, bu da bebek ölümlerini artırıyordu . Tüm bu etkenler fare topluluğunu bir “demografik uçurum”a doğru sürükledi: nüfus tepe noktasına ulaştıktan kısa süre sonra hiçbir yeni yavru hayatta kalamaz oldu ve kolonideki yaşlı fareler birer birer ölürken yerlerini dolduracak genç nesil olmadığı için toplum kaçınılmaz biçimde çöküşe geçti . Nitekim deneyin sonunda, hiçbir fare hayatta kalmayarak koloni tamamen yok oldu.

Ben bu deneyin sonuçlarını ilk okuduğumda, sağlanan tüm bolluğa rağmen aşırı kalabalıklaşmanın ve sosyal yapıların bozulmasının bir topluluğu nasıl yok oluşa sürükleyebileceği karşısında hayrete düşmüştüm. Universe 25, bana sosyal etkileşimlerin ve bireyler arasındaki alanın ne kadar kritik olduğunu gösterdi. Öte yandan, belirtmek gerekir ki Calhoun’un elde ettiği bulguların insan toplumuna birebir uygulanabilirliği bilim insanları arasında tartışmalıdır. Deney, kişisel alanın sosyal düzen için vazgeçilmez olabileceğine işaret etse de, birçok araştırmacı farelerde görülen bu aşırı koşulların insanlar için aynı şekilde geçerli olmayabileceğini vurgular; kısacası Universe 25’in insanlara ilişkin çıkarımlarının “tartışmalı” olduğunu ifade eden görüşler de mevcuttur . Calhoun’un kendisi de bulgularını insan davranışlarına uyarlama konusunda istekliydi, hatta deneyini artan kent nüfusuna ve şehir planlamasına dair bir uyarı olarak yorumladı. Ancak insan toplumları, fare kolonisinden çok daha karmaşık dinamiklere ve uyum mekanizmalarına sahiptir. Yine de, Universe 25 deneyinin temel sonuçları – kontrolsüz kalabalığın sosyal çöküşe yol açabileceği fikri – zihin açıcı bir model olarak düşünmeye değer.

2. Deneyde gözlemlenen nüfus çöküşü ile günümüz dünyasında nüfus artış hızındaki düşüş arasındaki benzerlikler

Calhoun’un Universe 25 deneyinde, popülasyonun hızlı bir yükselişin ardından aniden duraksayıp çöküşe geçmesi, günümüz insan toplumundaki bazı demografik eğilimlerle bana oldukça benzer görünüyor. Elbette insan nüfusu fareler gibi birkaç yıl içinde yok olmayacak, ancak küresel nüfus artış hızı tarihte eşi görülmemiş şekilde düşüyor. Birleşmiş Milletler’in projeksiyonlarına göre, 21. yüzyılın sonunda dünya nüfusu büyümesinin neredeyse durması bekleniyor . 2100 yılında dünya nüfusunun yaklaşık 10,9 milyar ile zirveye ulaşacağı ve yıllık artış oranının %0,1’in altına ineceği öngörülüyor . Bu oran, 20. yüzyılda yıllık %1-2 olan hızlı artışla karşılaştırıldığında çok düşük bir değer. Düşen küresel doğurganlık oranları bu yavaşlamanın temel nedeni olarak gösteriliyor. Nitekim projeksiyonlar, 2100 yılı itibariyle ülkelerin %97’sinde doğurganlık hızının nüfusu yenileme eşiğinin altında kalacağını öne sürüyor . Bir başka deyişle, yüzyılın sonunda hemen hemen tüm toplumlar, nüfuslarını uzun vadede sabit tutmak için gereken doğum oranının altında kalacaklar. Bu durum, pek çok ülkenin nüfusunun yaşlanmaya başlaması ve hatta sayıca azalmaya geçmesi anlamına geliyor.

Aslında bu demografik geçiş bazı ülkelerde şimdiden gerçekleşmeye başladı bile. Örneğin Japonya, İtalya, Güney Kore gibi ülkelerde nüfus ya duraklama aşamasında ya da düşüşe geçmiş durumda. Özellikle Güney Kore, günümüz dünyasında en çarpıcı örneklerden biri: ülkede kadına başına düşen ortalama çocuk sayısı sadece 0,78 ile dünya rekoru düzeyinde düşük ve bu oran nüfusun kendini yenilemesi için gereken 2,1 seviyesinin çok altında . Güney Kore’de son on yılda evlilik oranları da %35’ten fazla azalmış; giderek daha fazla genç, evlenmek veya çocuk sahibi olmak yerine kariyerine ve bireysel hedeflerine odaklanmayı tercih ediyor . Bunun sonucunda uzmanlar, ülke nüfusunun önümüzdeki 50 yıl içinde yarı yarıya azalabileceği yönünde uyarılar yapıyor . Benzer şekilde Japonya’da da doğum oranlarının düşüklüğü nedeniyle nüfus 2008’den beri azalma eğiliminde ve toplum hızla yaşlanıyor.

Universe 25 deneyindeki fare kolonisi, sosyal bağların kopmasıyla doğurganlığın tamamen durmasına tanık olmuştu. İnsanoğlu için böylesine dramatik ve hızlı bir çöküş senaryosu gerçekçi olmasa da, ben deneydeki nüfus çöküşü ile günümüzün “nüfus durgunluğu” arasında kavramsal bir paralellik görüyorum. Fare deneyinde “demografik uçurum” (demographic cliff) olarak tanımlanan nüfus çöküşü , insanlar için daha yavaş ve uzun vadeye yayılmış bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Bugün birçok gelişmiş toplum, genç nüfusun azalıp yaşlı nüfusun arttığı; yeni doğan bebek sayısının tarihi düşük seviyelere indiği bir dönemden geçiyor. Doğum oranlarının düşmesi ve nüfusun yaşlanması, ekonomik ve sosyal yapıları zorlayarak bir çeşit toplumsal durgunluk yaratabilir. Bazı yönlerden, bu gidişat fare kolonisine benzetilerek “insanlığın Universe 25 senaryosu” olarak popüler tartışmalara konu oluyor. Elbette farelerde üremeyi durduran etkenler (aşırı kalabalık, stres ve davranış bozuklukları) ile insanlardaki düşük doğurganlığın nedenleri (şehirleşme, yaşam pahalılığı, kariyer kaygıları, kadınların eğitim düzeyinin artması ve doğumları ertelemesi, bireyselleşme vb.) oldukça farklı. Yine de ortaya çıkan sonuç – nüfus artışının durması ve hatta gerilemesi – her iki durumda da dikkat çekici bir ortak nokta. Bu benzerlik, beni toplumumuzun geleceği hakkında düşünmeye sevk ediyor: Acaba biz de kendi kendimizi yeniden üretme konusunda bir sınır noktasına mı yaklaşıyoruz? Bu soru, Universe 25 deneyinin ardından aklımda beliren endişelerden biri.

3. “Güzeller” olarak tanımlanan narsistik fare grubu ile sosyal medyada kendi görünümüne ve bireysel hazlarına odaklanan insan grubu arasındaki benzerlikler

Universe 25 deneyinde ortaya çıkan en ilginç gruplardan biri Calhoun’un “the beautiful ones” (güzeller) adını verdiği farelerdi. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu fareler kolonideki kargaşa döneminde bir kenara çekilip yalnız yaşamayı seçen, bütün zamanlarını kendilerini temizleyip tımarlamakla geçiren bireylerdi. Dış görünüşleri kusursuz denecek kadar iyi durumdaydı – kürkleri parlak ve hiç kavga izi taşımıyordu – fakat toplumdan tamamen kopmuş, ne çiftleşmeye ne de mücadeleye katılmayan pasif bireylerdi . Calhoun bu farelerin adeta narsistik bir içe dönüş yaşadıklarını, kendi benlikleri dışında bir şeyle ilgilenmediklerini gözlemlemişti . Güzeller, hayatta kalmak için gereken temel ihtiyaçları (yemek, su) karşılıyor, hatta diğer farelerin yanına pek uğramadan kendi korunaklı köşelerinde yaşıyorlardı. Fakat toplumsal olarak bakıldığında boş bir hayat sürüyorlardı: üremiyorlar, yavru büyütmüyorlar, hiyerarşide bir rol oynamıyorlar. Sadece kendileri vardı ve geri kalan her şeyi görmezden geliyorlardı.

Ben bu güzeller fenomenini okuduğumda, ister istemez günümüz insan toplumundaki bazı davranış örüntülerine benzetmeden duramıyorum. Özellikle sosyal medya, bireylerin kendi görünümlerine ve şahsi hazlarına odaklanma eğilimini adeta teşvik eden bir ortam sunuyor. Örneğin Instagram gibi platformlar, büyük ölçüde kişinin kendi fotoğraflarını, yaşam tarzını, başarılarını sergilemesi üzerine kurulu. Kendi deneyimlerimden de biliyorum; Instagram’da gezinirken insanlar genellikle en şatafatlı, en mükemmel göründükleri anları paylaşıyor, aldıkları beğenilerle bir tür tatmin sağlıyorlar. Bu durum, toplumsal bir etkileşimden ziyade bireysel onay arayışını merkeze koyuyor. Başkalarıyla derin bağlar kurmak yerine, herkes kendi vitriniyle meşgul olabiliyor. Bu açıdan baktığımda, Instagram kuşağı diyebileceğimiz, görünümüne ve hazlarına düşkün kimi insanların davranışlarını Calhoun’un güzellerine benzetiyorum. Onlar da tıpkı güzeller gibi, dışarıdan bakıldığında parlak bir imaj sunsalar da, çoğu zaman içe dönük bir yaşantı içinde, gerçek sosyal etkileşimden ve sorumluluklardan uzak bir profil sergiliyorlar.

Bu benzerlik hissi sadece benim kişisel gözlemim değil; bilimsel araştırmalar da sosyal medyanın özellikle görsel odaklı platformlarının (Instagram, TikTok vb.) narsistik eğilimleri pekiştirebildiğini gösteriyor. Örneğin, genç yetişkinler üzerinde yapılan bir çalışma, sosyal medyayı yoğun kullanan – sık sık kendi fotoğrafını/selfie’lerini paylaşan – kişilerde, dört ay gibi kısa bir sürede narsisizm ölçümlerinde %25’lik artış meydana geldiğini tespit etti . İlginç biçimde, aynı çalışmada metin tabanlı paylaşımlara odaklanan (örneğin sadece Twitter’da yazı yazan) kişilerde böyle bir artış görülmedi; esas yükseliş, fotoğraf ağırlıklı platformları kullananlarda meydana geldi . Bu bulgu, görsel imajını ön plana çıkaran sosyal medya kullanımının, bireylerde kendine dönük hayranlık ve benmerkezcilik düzeyini artırdığını düşündürüyor. Diğer araştırmalar da sosyal medya kullanımı ile narsisistik kişilik özellikleri arasında pozitif bir ilişki raporluyor. Özellikle Facebook ve Instagram gibi kendini sunma üzerine kurulu mecraları sık kullanan gençlerde grandiyöz narsisizm seviyelerinin daha yüksek olduğu bulunmuş durumda . Bir başka ifadeyle, sosyal medyada ne kadar çok vakit geçirip kendini sergilersen, kendini “önemli ve hayran olunması gereken biri” olarak görme eğilimin o kadar artabiliyor .

Instagram dünyasında, kullanıcılar çoğunlukla en güzel göründükleri fotoğrafları, lüks tüketime dayalı yaşam sahnelerini veya mutlu anlarını paylaşıyor. Bu seçilmiş vitrin, dışarıdan bakınca herkesin hayatının mükemmel ve kendisinin harika olduğu izlenimini yaratıyor. Fakat perde arkasında, birçoğumuz aslında bu paylaşımları yaparken bile yalnız başımıza ekranlarımıza gömülmüş durumdayız. Güzeller farelerin sürekli kendilerini temizleyip durması gibi, biz de filtrelenmiş selfielerimizi tekrar tekrar kontrol edip, kaşımızın-gözümüzün nasıl göründüğüne takılabiliyoruz. Bu benmerkezci uğraş, bir bakıma sanal narsizm olarak tanımlanabilir. Hatta psikologlar, sosyal medyanın yarattığı bu narsistik ortamın ilerleyen aşamalarında Narsistik Kişilik Bozukluğu gibi klinik seviyede sorunlara zemin hazırlayabileceği konusunda uyarıyor .

Elbette sosyal medyanın tüm kullanıcılarını güzeller gibi tanımlamak adil olmaz. Birçok insan için bu platformlar sosyalleşmenin yeni yolu, yaratıcılığını gösterme fırsatı veya sadece eğlence demek. Ancak genel eğilimlere baktığımda, kendi imajına odaklanma ve bireysel haz peşinde koşma noktasında bariz bir artış görüyorum. Örneğin, Instagram’da saatler harcayıp kendi paylaşımlarımıza gelen beğenileri beklemek, bir anlamda toplumsal onayı hızlı bir haz aracı haline getiriyor. Bu durum, daha derin ve anlamlı sosyal bağlantıların yerine yüzeysel bir etkileşim türünü koyuyor. Universe 25’in güzelleri de derin sosyal bağlardan kopup yüzeysel bir yaşam sürdürmüşlerdi. İnsanların sanal alemde aldığı beğeniler, farelerin o parıltılı tüyleri gibi geçici bir doyum sağlasa da, altında yatan yalnızlık veya amaç eksikliği hissini gizleyemeyebiliyor. Nitekim birçok çalışma, sosyal medyayı yoğun kullanan gençlerde yalnızlık duygusunun ve depresyon belirtilerinin daha yüksek olabildiğini bildiriyor – bu da ironik bir şekilde, topluma kendini gösterme çabasının sonunda kişinin kendini daha da yalnız hissetmesiyle sonuçlanabileceğini akla getiriyor.

Kısacası, Calhoun’un güzelleri ile Instagram çağının güzelleri arasında belirgin bir paralellik olduğunu düşünüyorum. İki grup da kendine hayran, içe dönük ve üretkenlikten uzak bir profil çiziyor. Fareler için bu tavır türün devamını getirecek yavruların doğmamasıyla sonuçlanmıştı. İnsanlar için ise aşırı bireysellik ve narsisizm, uzun vadede sosyal dokunun zayıflaması, aile kurma isteğinin azalması (Bkz. düşük doğum oranları) ve kolektif değerlerin ikinci plana atılması gibi sonuçlar doğurabilir. Bu benzerlik, modern toplumda teknolojinin ve kültürün bizi nasıl etkilediğine dair de önemli sorular uyandırıyor.

4. Deneydeki sosyal çöküş kalıplarının günümüz iş hayatı, okul yaşamı ve şehir yaşamı üzerindeki yansımaları

Universe 25 deneyindeki sosyal çöküş dinamiklerini, günümüzün çeşitli sosyal kurumlarında ve yaşam alanlarında gözlemlemek mümkün. Deneyi incelerken aklımda beliren soru şuydu: “Acaba bizim iş yerlerimizde, okullarımızda veya şehirlerimizde de benzer sosyal stres ve çöküş işaretleri görüyor muyuz?” Kendi gözlemlerime ve araştırmalara dayanarak, maalesef bazı paralellikler kurabiliyorum.

İş hayatı ile başlayalım. Modern çalışma hayatı, özellikle büyük şehirlerde ve kurumsal şirketlerde, giderek daha yoğun, rekabetçi ve kalabalık bir hal aldı. Bir şirkette yüzlerce, binlerce çalışan aynı ofis alanını paylaşıyor, açık ofis düzenlerinde herkes dip dibe çalışıyor, hiyerarşi basamaklarında çok sayıda kişi yükselmek için yarışıyor. Bu ortam bazen bana Universe 25’teki fare kolonisini hatırlatıyor: Sınırlı terfi pozisyonları için birden fazla “iddialı erkek fare” misali çalışan birbiriyle mücadele içinde olabiliyor, bazıları ise mücadeleden yılgınlık geçirip köşelerine çekiliyor. Nitekim son yıllarda iş dünyasında “sessiz istifa” olarak adlandırılan bir olgudan sıkça bahsedilir oldu. Bu, çalışanların iş yerinde sadece asgari çabayı gösterip duygusal olarak işi bırakması, adeta görev tanımına girenin ötesinde hiçbir şeye karışmaması anlamına geliyor. Ben sessiz istifa edenleri düşündüğümde, Universe 25’te kenara çekilip artık hiçbir sosyal rol üstlenmeyen, sadece hayatta kalmak için yeme-içme rutinini sürdüren fareler aklıma geliyor.

Dahası, iş yerinde yabancılaşma verilerle de ortada: Küresel çapta yapılan anketlere göre çalışanların çok büyük bir kısmı işine angaje değil. Örneğin Gallup’un dünya geneli için yaptığı bir araştırma, çalışanların %85’inin iş yerinde kendini tam olarak angaje hissetmediğini ya da tamamen kopuk olduğunu ortaya koyuyor . Bu, her 10 çalışandan sadece 1-2’sinin işine gerçekten bağlandığı, geri kalanların ise ya işiyle gönülsüzce ilgilendiği ya da aktif şekilde mutsuz olduğu anlamına geliyor. Bu kadar yüksek oranda motivasyon eksikliği ve aidiyet duygusu yitimi, bana göre, bir çeşit kurumsal davranışsal çöküş sinyali sayılabilir. Universe 25’te dominant erkekler sürekli kavga edip sonunda pes etmiş, “apartmanlarını” (yuvalarını) savunmaktan vazgeçmişlerdi . İş dünyasında da yöneticilerin ve çalışanların tükenmişlik yaşaması, mücadeleyi bırakması sık görülen bir durum. Tükenmişlik sendromu yaşayan bir çalışanın, iş yerinde varlığı fiziksel olarak sürse bile ruhen orada olmaması, işlevini minimuma indirmesi, deneydeki vazgeçen farelere benzemiyor mu? Ayrıca, Universe 25’te strese giren anne farelerin yavrularını terk etmesi gibi, günümüz çalışma hayatındaki stres ve uzun çalışma saatleri de aile yaşamını olumsuz etkileyebiliyor. Kariyer baskıları altında, ebeveynler çocuklarına yeterince vakit ayıramayabiliyor; modern hayatın koşuşturması içinde yetişkinler arası bağlar gevşeyebiliyor. Bu benzetmeler belki ilk bakışta uçuk gelebilir, ancak iş yerlerinde artan psikolojik sorunlar, verimlilik kayıpları ve insani bağların zayıflaması üzerine düşününce, Calhoun’un kalabalık bir ortamda ortaya çıkan davranışsal çöküş kavramıyla temelde benzer bir tablo görüyorum.

Okul yaşamı da benzer stres işaretlerine sahip. Ben bir eğitim ortamına girdiğimde, özellikle kalabalık okullarda ve sınıflarda, Universe 25’teki hıncahınç dolu yaşam alanlarının bir izdüşümünü hissediyorum. Bir sınıfta ne kadar fazla öğrenci varsa, sağlıklı bir öğrenme ortamı sürdürmek o kadar güçleşiyor. Öğretmenin her öğrenciyle birebir ilgilenme imkânı azalıyor, öğrenciler arasında gruplaşmalar ve çatışmalar artabiliyor. Araştırmalar da aşırı kalabalık sınıfların disiplin problemlerini tetiklediğini ve zorbalık vakalarını artırdığını gösteriyor . Örneğin, 50 öğrencilik bir sınıfta gürültü seviyesi yüksek olur, öğretmen kontrol sağlamakta zorlanır; bu ortamda öğrenciler arasında sürtüşme ve kavga olasılığı ciddi ölçüde yükselir. Nitekim bir çalışma, sınıf mevcutları arttıkça öğrenciler arasındaki çatışmaların ve davranış problemlerinin belirgin biçimde fazlalaştığını ortaya koymuştur . Bu bana Universe 25’te ortalık alanda toplanan “düşmüş” farelerin sık sık anlamsız kavgalara tutuşmasını hatırlatıyor . Okullarda da fazla kalabalık, gençler arasında şiddet ve zorbalık kültürünü besleyebiliyor. Kalabalık bir ortamda kendini bunalmış hisseden bazı öğrenciler ise içe kapanıyor, ya da okuldan kopuyor (okulu bırakma, devamsızlık gibi). Özellikle şehir okullarında, öğrenme ortamının aşırı rekabetçi ve kalabalık oluşu, bazı gençlerde motivasyon kaybına ve umutsuzluğa yol açabiliyor. Bu da yine Universe 25’teki sosyal düşkünler (Calhoun’un deyimiyle “dropouts”) kitlesine bir benzerlik kurmamı sağlıyor: Nasıl deneyde bazı fareler rekabet ve stres ortamında pasifleşip toplumdan çekildiyse, okullarda da bazı öğrenciler yoğun akademik ve sosyal baskı altında pasif direniş veya çekilme davranışı gösterebiliyor.

Bir diğer dikkat çekici benzerlik, şehrî yaşam konusunda ortaya çıkıyor. Şehir hayatı, günümüzde milyarlarca insanın deneyimlediği bir yaşam biçimi. Gökdelenlerle dolu metropollerde insanlar üst üste apartmanlarda yaşıyor, toplu taşıma araçlarında kalabalık içinde işe gidip geliyor, sokaklar, alışveriş merkezleri insan seliyle dolu. İlk bakışta şehir, sosyal etkileşim için sonsuz fırsat varmış gibi görünen bir yer. Fakat paradoksal biçimde, büyük şehirlerde yaşayan insanlar arasında yalnızlık ve izolasyon duygusu oldukça yaygın. Universe 25’te fareler kalabalık içinde yaşamalarına rağmen bir noktadan sonra birbirlerine karşı tamamen ilgisiz hale gelmiş, her biri kendi kabuğuna çekilmişti. Benzer biçimde, metropollerde insanlar kalabalık caddelerde omuz omuza yürürken ya da tıklım tıklım otobüslerde yolculuk yaparken bile birbirine yabancı kalabiliyor. Araştırmalar, aşırı kalabalık çevrelerde bulunmanın insanlarda yalnızlık hissini artırdığını ortaya koyuyor. 2022’de yapılan kapsamlı bir çalışma, kalabalık ortamlarda bulunmanın hissedilen yalnızlığı %38’e kadar yükseltebildiğini belirledi . Yani etrafımız insan doluyken bile kendimizi yalnız hissedebiliyoruz ve bu etki istatistiksel olarak kayda değer düzeyde. Bu sonuç bana hiç şaşırtıcı gelmiyor; hatta kendi hayatımdan, İstanbul gibi bir megakentte yaşamış biri olarak da deneyimlediğim bir olgu. Milyonlarca kişinin arasında yaşarken, sanki kimse yokmuş gibi hissedebiliyorsunuz. Bu hissiyat, Universe 25’te birbirine dokunmaktan kaçınan, sosyal etkileşimi bitmiş farelerin durumuna psikolojik açıdan benzemiyor mu?

Kalabalık şehir yaşamının bir diğer sonucu da stres ve zaman zaman agresyon. Şehirlerde trafik sıkışıklığı, gürültü, uzun kuyruklar, kalabalık mekanlar insan psikolojisini sürekli zorlar. Basit bir işe bile yüzlerce kişi başvurur; kamusal alanda en ufak bir kaynak (boş otobüs koltuğu, iş imkanı, uygun fiyatlı konut vb.) için bile rekabet yüksektir. Bu da bazen insanlar arasında tahammülsüzlük ve öfkeye neden olabiliyor. Universe 25 deneyinde yüksek yoğunluğun nedensiz şiddete yol açtığı gözlemlenmişti . İnsan toplumunda da benzer bir riski araştıran çalışmalar var. Örneğin hapishaneler ve psikiyatri koğuşları gibi aşırı yoğun barınma ortamlarında, şiddet olaylarının daha sık görüldüğü rapor edilmiştir . Yapılan bir araştırmada, koğuşunda aşırı kalabalık hisseden mahkumların diğerlerinin davranışlarını tehdit olarak algılama ve saldırgan tepki verme olasılıklarının belirgin biçimde arttığı saptanmış . Keza, bir psikiyatri kliniğinde hasta yoğunluğu arttıkça, hastalar arasındaki çeşitli agresif davranışların da arttığı belirtilmiştir . Bu bulgular, kalabalığın getirdiği stresin insanları daha saldırgan kılabileceğine işaret ediyor. Günlük hayattan basit örnekler düşünelim: Tıkış tıkış bir toplu taşıma aracında insanların daha çabuk sinirlenip kavga etmesi, ya da kalabalık bir sokakta omzuna çarpılan birinin aniden öfkelenmesi gibi durumlar, aslında bu etkinin küçük ölçekli yansımaları olabilir. Şehirlerde işlenen bazı şiddet suçlarının ardında da yine sosyal dışlanma, kalabalık içinde sıkışmışlık ve öfke duygularının yattığı çeşitli sosyolojik çalışmalarca öne sürülüyor.

Tüm bu yönleriyle bakıldığında, Universe 25 deneyindeki çöküş kalıplarının günümüz toplumunda farklı biçimlerde tezahür ettiğini düşünüyorum. Fare kolonisi, aşırı kalabalığın sosyal rollerin yozlaşmasına, anlamsız şiddete, çekirdek aile yapısının dağılmasına ve bireylerin içe kapanmasına yol açmıştı. Modern dünyada da işlevsizleşmiş toplumsal roller, anlamsız şiddet olayları, aile kurumunun zayıflaması ve bireylerin içine kapanıp yalnızlaşması gibi olgular gündemde. Elbette insan toplumları kendi bilinçli müdahaleleriyle bu sorunlara çözümler üretme kapasitesine sahip. Nitekim şehir planlamacıları daha yaşanabilir kentler tasarlamak, eğitimciler daha destekleyici okul iklimleri yaratmak, iş dünyası yöneticileri çalışan bağlılığını artırmak için pek çok adım atıyor. Ancak bana kalırsa, Calhoun’un fare utopyası deneyi bize önemli bir ilkeyi hatırlatıyor: Sağlıklı bir toplum için sadece maddi refah (yani yiyecek, barınak bolluğu) yetmez; aynı zamanda insanlar (ve diğer sosyal canlılar) için uygun bir sosyal alan, anlamlı sosyal roller ve güçlü bağlar da gereklidir. Aksi halde, bolluk içinde bile olunsa, toplum yapısı çökebilir. Universe 25’te farelerin başına gelen tam olarak buydu – açlık çekmediler, dış tehdit görmediler ama anlamlı bir yaşam alanı bulamadıkları için çöktüler. Günümüz insanlığı da benzer bir ikilemin eşiğinde olabilir: Teknolojik ve ekonomik ilerlemeyle pek çok ihtiyaç karşılanıyor, dünya genelinde aşırı bolluk olmasa da önceki nesillere göre refah daha yüksek. Ama toplumsal izolasyon, amaç eksikliği ve yoğun stres, bir nevi modern dünyanın davranışsal çöküş sinyalleri olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle, bu deneyin sonuçlarına dayanarak, kendi şehirlerimizi ve sosyal düzenimizi gözden geçirmek, insanlara yeterli manevra alanı (hem fiziksel hem psikolojik anlamda), destekleyici topluluklar ve yaşanabilir ortamlar sunmak gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde, Universe 25’teki fare distopyasının, metaforik de olsa, insani ilişkilerimize yansımalarını görmeye devam edeceğiz.

Views: 4

Leave a reply

Back to site top