ABD Kongre Raporunda Türkiye: Başlıca Meseleler ve ABD İlişkileri (2025)

Raporun Hazırlanışı ve Sunumu

ABD Kongre Araştırma Servisi (CRS) tarafından Clayton Thomas ve Jim Zanotti tarafından Kongre üyelerine sunulmak üzere hazırlanan ve 9 Eylül 2025 tarihli kaleme alınan “Turkey (Türkiye): Major Issues and U.S. Relations” başlıklı rapor, Türkiye-ABD ilişkilerini etkileyen temel konular hakkında kapsamlı bir arka plan bilgisi ve analiz sunmaktadır. Bu rapor, Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerden dış politika ve savunma alanlarındaki meselelere kadar geniş bir yelpazeyi ele almakta ve ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin karmaşık ve dalgalı seyrine vurgu yapmaktadır. Raporda, iki ülke arasındaki ilişkinin NATO müttefikliği kapsamında dönem dönem yakın işbirliği ile belirgin anlaşmazlık veya gerilim arasında gidip geldiği ifade edilmiştir. ABD, Türkiye’nin NATO ittifakı içindeki jeopolitik konumunu ve ikinci en büyük orduya sahip olmasını stratejik bir değer olarak görmekte; Türkiye’nin NATO üyeliğinin ülkeyi Batı’ya yakın tutmada önemli bir rol oynadığı değerlendirmesi yapılmaktadır.

CRS raporu, tarafsız bir yaklaşımla hazırlanmış olup ABD Kongresi’ndeki yasa yapıcılar için bir bilgi kaynağı işlevi görmektedir. Nitekim raporda Kongre üyelerinin Türkiye’ye dair olası politika seçeneklerini (örneğin belirli silah satışlarının onaylanması veya mevcut yaptırımlar ve yasal kısıtlamaların ele alınışı gibi) değerlendirebileceği not edilmiştir. Bu bağlamda rapor, ABD-Türkiye ilişkilerinde kritik konular üzerinde Kongre’nin gözetim ve yönlendirme rolüne ışık tutarak, ileride alınabilecek kararlara temel teşkil etmeyi amaçlamaktadır.

İç Siyaset ve Demokratik Gelişmeler

CRS raporu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeleri kapsamlı biçimde ele almaktadır. Erdoğan’ın 2003’ten bu yana (önce Başbakan, 2014’ten itibaren Cumhurbaşkanı olarak) iktidarda olduğu ve modern Türkiye tarihinde en etkili siyasi figür haline geldiği belirtilmektedir. Ancak bu uzun iktidar dönemi boyunca Erdoğan’ın yönetim tarzının toplumda keskin bir kutuplaşmaya yol açtığı, seçim sonuçlarının ülkenin yaklaşık yarısının onu desteklediğini, diğer yarısının ise güçlü biçimde karşı çıktığını gösterdiği vurgulanmaktadır. ABD ve Avrupa Birliği yetkilileri, özellikle son yıllarda Türkiye’de otoriter yönetim eğilimleriningüçlenmesinden ve hukuk devleti ile temel özgürlüklerin aşınmasından endişe duyduklarını dile getirmişlerdir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, rapora göre Türkiye siyasetinde bir dönüm noktası olmuş ve sonrasında iktidarın elinde daha fazla güç birikmesine zemin hazırlamıştır. Bir grup asker tarafından girişilen ve yüzlerce insanın hayatını kaybettiği bu darbe teşebbüsünü halkın ve ordunun büyük bölümünün bastırdığı; akabinde hükümetin on binlerce kişiyi tutukladığı, ordu ve sivil kurumlarda kapsamlı tasfiyeler yaptığı ve çok sayıda şirket, okul ve medya organını devraldığı veya kapattığı raporda not edilmektedir. Erdoğan, bu girişimin arkasında olduğunu iddia ettiği Fethullah Gülen hareketini sorumlu tutarak geniş bir halk desteğiyle olağanüstü adımlar atarken, bazı muhalefet temsilcileri ise başarısız darbenin Erdoğan tarafından önceden bilindiği veya kontrol edildiği ve bir baskı fırsatına dönüştürüldüğü kanaatini dile getirmiştir. Nitekim darbe sonrasında Erdoğan milliyetçi muhafazakâr MHP ile siyasi bir ittifak kurarak hem iç politikada hem dış politikada daha agresif popülist bir çizgiye yönelmiştir. Erdoğan, 2017’de gerçekleştirilen anayasa referandumu ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde kazandığı zaferlerle Türkiye’yi parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçirerek ülkenin yönetim yapısını kendi lehine güçlendirmiştir.

Raporda, 2023 yılında Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçildiği genel seçimlerin adil rekabet koşulları açısından sorunlu olduğu belirtilmektedir. Uluslararası gözlemciler, seçim sürecinde ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve medya üzerindeki baskılar nedeniyle Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) haksız bir avantaj sağladığını rapor etmişlerdir. Buna karşılık, Mart 2024’te yapılan yerel seçimler iktidar açısından bir gerileme olarak değerlendirilmiştir: Ana muhalefet partisi olan laik Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 2019’da kazandığı büyükşehir belediyelerini korumakla kalmamış, birkaç önemli ilde daha belediye başkanlıklarını kazanmış ve ülke genelinde oy oranını artırmıştır. Raporda bu başarıda, nüfusun yaklaşık %19’unu oluşturan Kürt kökenli seçmenlerin ve Kürt siyasi aktörlerin muhalefete verdiği güçlü desteğin etkili olduğu vurgulanmaktadır.

Erdoğan’ın 2024 yerel seçimlerinde aldığı mesaj sonrasında, 2025 yılı itibarıyla milliyetçi iktidar bloğunun yeni stratejiler arayışında olduğu gözlemlenmektedir. Rapora göre Erdoğan ve müttefikleri, mecliste anayasa değişikliği yapabilecek nitelikli çoğunluğu elde etmek için muhalefetteki CHP’den Kürt seçmen desteğini çekmeye çalışmaktadır. Zira böyle bir başarı, Erdoğan’a Mayıs 2028’de veya daha erken bir tarihte bir dönem daha cumhurbaşkanı adayı olma imkânı verebilecektir. Nitekim Erdoğan geçmişte (çözüm süreci döneminde) Kürt seçmenlere yönelik açılımlar yapmış ancak 2015’te PKK ile çatışmasızlık sürecinin çökmesiyle bu politika sona ermiştir. PKK’nın 1980’lerden beri devam eden ayrılıkçı terör kampanyası süresince Türk güvenlik güçlerinin uyguladığı yöntemlerin zaman zaman aşırı sert bulunduğu; bu mücadelenin sivil Kürt nüfusa da zarar verdiği gerekçesiyle Batılı hükümetler ve insan hakları örgütlerince eleştirildiği raporda not düşülmektedir.

2024 sonlarından itibaren, hükümetin cezaevinde bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmelere başladığı ve PKK terör örgütüne şiddeti bırakma çağrısı yapılmasının hedeflendiği raporda belirtilmektedir. Nitekim Şubat 2025’te Öcalan avukatları aracılığıyla bir mesaj ileterek PKK’ya silah bırakma ve kendini feshetme çağrısında bulunmuş; akabinde PKK örgütü tek taraflı ateşkes ilan ederek liderlerinin serbest bırakılması talebiyle Türk devletine karşı silahlı mücadeleyi sonlandırmaya hazır olduğunu duyurmuştur. Mayıs 2025’te toplanan bir PKK kongresinde örgütün feshedilmesi ve Türk hükümetine karşı silahlı mücadelenin sona erdirilmesi kararı alınmış; Türk yetkililer bu haberi memnuniyetle karşılamakla birlikte somut adımlar görmeyi beklediklerini, özellikle Türkiye, Irak, Suriye ve diğer ülkelerdeki PKK militanlarının silahsızlandırılması ve terör altyapısının tasfiyesi gibi uygulamaların önem taşıdığını vurgulamışlardır. Ağustos 2025’te TBMM bünyesinde kurulan bir komisyon da bu barış sürecini ilerletmeye yönelik yasal ve politik reform önerileri geliştirmek ve uygulanmasını denetlemek üzere faaliyete geçmiştir.

Öte yandan, PKK ile yürütülen bu diyalog sürecine paralel olarak hükümet, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere muhalif kesimlere yönelik baskılarını artırmıştır. Rapora göre, 2025 yılı Eylül ayı itibarıyla aralarında muhalefet partili belediye başkanlarının da bulunduğu 500’ü aşkın kişi çeşitli suçlamalarla tutuklanmış; CHP’li 16 belediye başkanının görevden alınıp cezaevine konulduğu bildirilmektedir. Bu gelişmeler, muhalefet yanlısı gözlemcileri Erdoğan yönetiminin bir yandan Kürtlerle barış adımları atarken diğer yandan muhalefeti bölme, yıldırma veya saf dışı bırakma stratejisi izlediği yönünde yorumlara sevk etmiştir. Nitekim CHP içinde, kısa süre önce genel başkan seçilen Özgür Özel hakkında açılan davaların siyasi saikli olduğu dile getirilmekte; 2023 kurultayının iptal edilmesi ihtimaline karşı CHP’nin Eylül 2025 sonunda olağanüstü kongre kararı alması gibi gelişmeler iç siyasette tansiyonu yükseltmektedir.

Raporda, iktidarın en ciddi rakip olarak gördüğü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Mart 2025’te mahkeme kararıyla hapis cezasına çarptırılarak görevden uzaklaştırılması, Türkiye siyasetinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınmaktadır. İmamoğlu’na yöneltilen yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma iddialarıyla verilen bu cezanın, muhalefetin 2024 yerel seçimleri sonrası yükselen ivmesini kırma ve 2028 cumhurbaşkanlığı yarışı öncesi en güçlü rakibi saf dışı bırakma amacı taşıdığı muhalefetçe savunulmaktadır. Nitekim İmamoğlu’nun mahkûmiyet kararı, CHP’nin kendisini cumhurbaşkanı adayı olarak belirlemesinden sadece birkaç gün önce gelmiş ve ülkede ciddi siyasi ve ekonomik belirsizlik yaratmıştır. Karara tepki olarak düzenlenen barışçıl kitlesel protestolara yüz binlerce yurttaş katılmış; ancak Erdoğan hükümeti, mahkemenin bağımsız bir soruşturma sonucunda hüküm verdiğini öne sürerek bu protestoları sert şekilde bastırmış, 2.000’den fazla göstericiyi gözaltına almış ve CHP’yi toplumu istikrarsızlığa sürüklemekle suçlamıştır. Analistler, İmamoğlu’nun tutuklanma zamanlamasının tesadüf olmadığını, bu hamlenin Washington’un Türkiye’deki demokratik gerilemeye dair endişelerinin düşük profilde seyrettiği bir döneme denk getirildiğini ve aynı zamanda Kürt siyasi aktörlerin hükümetle diyalog sürecine girmesi nedeniyle güçlü bir iç tepki gelişmeyeceğinin hesaplandığını ileri sürmektedir.

İmamoğlu olayına ABD yönetiminin tepkisi de raporda yer bulmuştur. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Türkiye gibi birlikte çalışmayı umdukları ülkelerde bu tür gelişmeleri görmekten hoşnut olmadıklarını ifade etmiş; bununla birlikte Türkiye’deki iç demokrasi meselelerine dair kaygıları, Ankara ile farklı alanlardaki işbirliği çıkarlarıyla dengelemek zorunda olduklarının altını çizmiştir. Bu açıklama, Washington’ın Türkiye’de demokratik gerileme işaretleri karşısında rahatsızlık duymakla beraber, jeopolitik ve stratejik nedenlerle Türk hükümetiyle ilişkileri tamamen koparmaktan imtina ettiğini göstermektedir.

Ekonomik Durum ve Enerji Politikaları

CRS raporunda, Türkiye ekonomisinin son yıllarda yaşadığı makroekonomik dalgalanmalara ve enerji sektöründeki duruma özel bir bölüm ayrılmıştır. Türk lirasının değeri yaklaşık son on yıldır belirgin bir düşüş eğilimindedir; özellikle 2018’den bu yana lira ABD doları karşısında %90’dan fazla değer kaybetmiştir. Bu değer kaybında, yabancı yatırımcıların Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarına dair endişeleri ve genel ekonomik görünüm etkili olmuştur. Enflasyon oranı Ekim 2022’de yıllık bazda %86 gibi son 24 yılın zirvesine ulaşmış, takip eden iki yılda önemli ölçüde gerilemesine rağmen hala %30’un üzerinde seyretmektedir. Para birimindeki değer kaybı ve yüksek enflasyon, tüketicilerin geçim maliyetini ağırlaştırırken Türk özel sektörünün uluslararası piyasalardan borçlanma maliyetini de yükseltmiştir.

Buna karşın raporda, Türkiye ekonomisinin üretim kapasitesi itibarıyla belli bir direnç gösterdiği not edilmektedir. Özellikle imalat sanayisine dayalı ekonomik yapının göreli dayanıklılık sergilediği ve 1995’ten bu yana yürürlükte olan AB-Türkiye Gümrük Birliği sayesinde dış ticarette Avrupa pazarının sağladığı çıpanın, ekonomiye istikrar kazandıran bir unsur olduğu belirtilmektedir. Nitekim Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı ve yatırım kaynağı Avrupa Birliği olmaya devam etmektedir.

Enerji konusu, Türkiye ekonomisinin önemli bir boyutu olarak raporda ayrıntılı ele alınmıştır. Türkiye’nin büyük nüfusu ve sınırlı yerli hidrokarbon kaynakları nedeniyle enerji talebinin yüksek olduğu, buna bir de jeostratejik konumu eklendiğinde ülkenin küresel enerji piyasalarında hem önemli bir tüketici hem de transit ülke konumunda bulunduğu vurgulanmaktadır. Ankara, enerji arz güvenliğini artırmak amacıyla enerji sepetini ve tedarikçi ülkeleri çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte Türkiye petrol ve doğalgaz ihtiyacının önemli bir bölümünü hala boru hatlarıyla Rusya ve komşu ülkelerden temin etmektedir. Bu boru hatlarının bir kısmı Türkiye üzerinden Avrupa’ya da ulaşarak ülkenin transit ülke rolünü pekiştirmektedir. Öte yandan, Rusya devlet şirketi Rosatom’un inşa ettiği Akkuyu nükleer güç santralinin 2026 yılında devreye girmesi planlanmaktadır. 2020’li yıllarda Türkiye, ABD ve farklı kaynaklardan sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatını da artırmış olup, enerji alanında ABD ile işbirliğini geliştirebileceği çeşitli girişimler üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları ve off-shore enerji rezervleri konusundaki anlaşmazlıkları devam etmektedir; komşu ülkelerle özellikle Akdeniz’deki doğalgaz arama ve boru hattı güzergahlarına dair uzlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Diğer yandan, Karadeniz’de keşfedilen Sakarya doğal gaz sahasının 2023 itibarıyla üretime başlaması, Türkiye’nin enerji portföyünde önemli bir gelişme olarak kaydedilmiştir.

ABD-Türkiye ekonomik ilişkileri de raporda analiz edilmektedir. 2024 itibarıyla Dünya Bankası verilerine göre dünyanın 17. büyük ekonomisi olan Türkiye, ABD için hem fırsatlar hem de zorluklar barındıran bir pazar olarak tanımlanmıştır. İki ülke arasında ticareti ve yatırımı teşvik etmeye yönelik çeşitli ikili anlaşmalar bulunmakla birlikte, bir serbest ticaret anlaşması mevcut değildir. 2024 yılında toplam ikili ticaret hacmi 43 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmiş olup, 2019’da bir önceki Trump yönetimi tarafından konulan 100 milyar dolarlık hedefin oldukça gerisinde kalınmıştır. Türkiye’nin dış ticaretinde ABD’nin payı sınırlıdır: 2024 yılında Türkiye’nin ihracatının yalnızca %6,2’si ABD’ye yapılırken, ithalatının %4,7’si ABD’den gelmiştir. Karşılaştırmak gerekirse aynı yıl içinde Türkiye’nin ihracatında AB ülkelerinin payı %41,4, ithalatındaki payı ise %32,1 olmuştur. Benzer şekilde, 2003-2023 arasında Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin yarısından fazlası Avrupa kaynaklıyken, ABD’nin payı %8 civarında kalmıştır. Bu veriler ışığında rapor, Türkiye’nin ekonomik açıdan öncelikle Avrupa ile entegre olduğuna, ABD ile ekonomik ilişkilerin ise göreceli olarak sınırlı kaldığına dikkat çekmektedir.

Son dönemde ABD ile Türkiye arasında ticaret politikaları alanında yaşanan gerilimler de raporda yer bulmaktadır. 2025 yılı başından itibaren ikinci Trump yönetimi, birçok ülkeyi kapsayan ek gümrük tarifeleri uygulamaya koymuştur. Nisan 2025’te ABD, ithal ürünlerin büyük kısmına %10 oranında ek “karşılıklılık vergisi” getirmiş, Temmuz 2025’te ise ülkelere göre farklılaştırılmış tarife oranlarına geçerek Türkiye menşeli ürünler için bu ek tarifeyi %15 seviyesinde belirlemiştir (Ağustos 2025’te yürürlüğe girmiştir). Bu gelişmeye dair Türkiye Ticaret Bakanlığı, Ağustos ayında yaptığı açıklamada ABD ile ticaretin “öngörülebilir, adil ve sürdürülebilir” bir zeminde ilerlemesini istediklerini, Türkiye’nin %15’lik tarife dilimine dahil edilmesinin birçok ülkeye kıyasla daha avantajlı bir konum sağladığını belirtmiştir. Yine de, dijital hizmet vergisi uygulayan ülkelere karşı ABD’nin ilave vergiler getirmesi halinde Türkiye’nin de benzer yaptırımlarla karşılaşabileceği raporda not edilerek, ikili ticari ilişkilerin geleceğinde belirsizlik unsurlarının bulunduğu ima edilmektedir.

Güvenlik ve NATO İlişkileri

Rapora göre Türkiye’nin jeostratejik konumu, hem ABD hem NATO açısından vazgeçilmez bir güvenlik değeri taşımaktadır. Ortadoğu ve Avrasya’daki çatışma bölgelerine yakınlığı sayesinde Türkiye topraklarının Amerikan ve NATO unsurlarınca kullanılabilmesi, askeri personel, silah ve lojistik sevkiyatı bakımından büyük kolaylık sağlamaktadır. Özellikle İncirlik Hava Üssü (Adana yakınlarında), doğu Türkiye’de konuşlu ABD erken uyarı radar sistemi ve İzmir’deki NATO kara kuvvetleri komutanlığı, ittifakın bölgedeki varlığı açısından kritik önemdedir. Ayrıca Türkiye, Karadeniz’e giriş-çıkışı kontrol eden İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki mutlak hakimiyeti sayesinde, NATO ülkelerinin Karadeniz’deki deniz trafiğini düzenleyen Montreux rejiminde kilit bir aktördür.

NATO üyeliği, geleneksel olarak Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermede merkezi bir rol oynamıştır. Raporda hatırlatıldığı üzere, İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’nin yayılmacı tutumu karşısında NATO’nun sağladığı kolektif savunma garantileri, Türkiye’nin komşularından gelebilecek tehdit algısını azaltmıştır. Dahası, NATO şemsiyesi altında olmak, Türkiye’nin kendi milli imkânlarıyla geliştiremediği stratejik savunma ve caydırıcılık kapasitesini telafi eden bir güvence mekanizması sunmaktadır. Son yıllarda Ukrayna ve Suriye’de patlak veren çatışmalarda, Türkiye’nin zaman zaman Rusya’nın bölgesel hedeflerine karşı dengeleyici bir rol üstlenme arzusugözlemlenmiştir; rapora göre bu durum, Ankara’nın bazı askeri hamlelerini ve savunma sanayi ihracatını motive eden faktörlerden biri olabilir. Türkiye’nin NATO içindeki yükümlülüklerini ciddiyetle ele aldığına dair iki güncel örnek de raporda yer almıştır: Nisan 2024’te Ankara, Rusya’nın çekilmesinin ardından bazı diğer müttefikler gibi Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması (AKKA) kapsamındaki yükümlülüklerini askıya aldığını açıklamıştır; Haziran 2025’te ise Türk Savunma Bakanlığı kaynakları, NATO’nun savunma harcamalarını 2035’e kadar GSYİH’nin %5’ine çıkarma hedefini Türkiye’nin desteklediğini ve halihazırda eski %2 hedefinin üzerinde bir seviyeyi yakalamış olduklarını duyurmuştur.

Bununla birlikte, 2020’li yıllarda Türkiye’nin bazı tutumları NATO içindeki birlik ve dayanışmayı zaman zaman zayıflatmıştır. Ankara, PKK ile bağlantılı gördüğü Suriye’deki Kürt gruplarına (özellikle ABD’nin desteklediği YPG/SDG güçlerine) karşı müttefiklerinden tavır almasını beklerken, kendi taleplerini kabul ettirebilmek amacıyla NATO içinde önemli girişimleri geciktirmiştir. Raporda verilen örnekler arasında şunlar bulunmaktadır:

  • Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik başvuruları (Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgalinin akabinde yapılan başvurular, Türkiye tarafından bir süre bloklanmıştır),
  • Polonya ve Baltık ülkelerine yönelik 2020 NATO savunma planı (Türkiye, bu planın onayını bir süre engellemiştir).

Sonuç olarak Ankara nihai onayları vermiş olsa da, bu tutumu İttifak içinde rahatsızlık yaratmıştır. 2020’lerde yaşanan bu gerilimler, ABD ve NATO müttefikleri içinde Türkiye’deki askeri üs ve tesislerin kullanımını uzun vadede yeniden değerlendirme yönünde tartışmalara yol açmıştır. Nitekim son yıllarda ABD’nin Yunanistan, Kıbrıs ve Ürdün gibi ülkelerde askeri varlığını artırması veya bu imkânları araştırması, raporda Türkiye’ye dair endişelerle ilişkilendirilen olgular arasında sayılmaktadır. Bu gelişmeler, NATO müttefiklerinin bir yandan Türkiye’nin defans kapasitesine katkısını takdir ederken diğer yandan ittifak içindeki güvenilirliğine dair soru işaretleri taşıdığını göstermektedir.

Savunma İşbirliği: F-16, F-35 ve Yaptırımlar

Türkiye ile ABD arasındaki savunma işbirliğinin son dönemdeki en önemli boyutlarından biri, F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu ve olası yeni F-16 satışıdır. Biden yönetimi, Ocak 2024’te Türkiye’ye 40 adet yeni F-16 Blok 70 uçağı satışı ve mevcut Türk F-16 filosu için 79 adet modernizasyon kiti tedarikini içeren yaklaşık 23 milyar dolarlık bir paketi Kongre’ye resmi olarak bildirmiştir. Haziran 2024 itibarıyla Türkiye’nin bu teklife ilişkin niyet mektubunu imzaladığı basına yansımıştır. Bununla birlikte, Kasım 2024’te Türk Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM’de yaptığı bir sunumda 79 adet modernizasyon kitinin artık satın alınmayacağını, zira Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) tarafından benzeri modernizasyonların yerli imkânlarla yapılabileceğini açıklamıştır. Bu durumda planlanan paketin kapsamı daralarak yaklaşık 7 milyar dolarlık yalnızca yeni uçak alımına indirgenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin almayı hedeflediği yeni F-16’lar ve mevcut filonun modernizasyonu konusunda teknoloji transferi talebinde bulunduğu raporda belirtilmektedir. Özellikle Türk yetkililerin, F-16’ların yazılım ve kaynak kodlarına erişim talep ederek milli olarak geliştirilen mühimmat ve sistemlerin entegrasyonunda tam kontrol elde etmek istedikleri bildirilmektedir. Ankara, ABD ile F-16 konusunda nihai anlaşmaya varılamaması durumunda alternatiflere de yönelmektedir: Eğer Washington ile F-35 Lightning II tipi beşinci nesil uçakların tedarikine dair bir uzlaşma sağlanabilirse, Türkiye’nin F-16 alım planını tamamen iptal ederek doğrudan F-35 platformuna geçmeyi tercih edebileceği değerlendirilmektedir everycrsreport.com. Nitekim Türkiye’nin F-35 uçaklarını yeniden envanterine katması halinde, halihazırda F-35 kullanan İsrail ve bu uçakları talep eden Yunanistan gibi bölge ülkeleri karşısındaki nispi askeri dezavantajını kapatacağı raporda not edilmiştir everycrsreport.com.

Washington ile Ankara arasında yaşanan S-400 krizi, iki ülkenin savunma ilişkilerindeki en ciddi anlaşmazlıklardan biri olmaya devam etmektedir. Türkiye, ABD öncülüğünde yürütülen F-35 Müşterek Taarruz Uçağı programının başlangıcından beri ortağı olup bu uçaktan 100 adet kadar tedarik etmeyi planlamışken, 2019 yılında Rusya’dan S-400 uzun menzilli hava savunma sistemi satın alması üzerine programdan çıkartılmıştır. Temmuz 2019’da Pentagon, S-400 sisteminin Rusya’ya F-35 uçaklarının gizli yeteneklerini çözme fırsatı verebileceği endişesiyle Türkiye’nin F-35 projesine katılımını askıya aldığını duyurmuştur. Bu gelişmeyi müteakip, ilk Trump yönetimi Aralık 2020’de Türkiye’nin Savunma Sanayii Başkanlığı ve bazı yetkililerine Rusya ile S-400 işlemi nedeniyle ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası (CAATSA) kapsamında yaptırımlar uygulamıştır. Söz konusu yaptırımlar halen yürürlükte olup, Türk savunma sanayiinin özellikle ABD’den tedarik etmek istediği kritik malzemelere erişimini kısıtlamaktadır. (Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Nisan 2025’te yaptığı bir açıklamada CAATSA yaptırımlarının, Türk savunma sektörü bünyesindeki kurumların yaklaşık 20 milyar dolartutarında F-16 yedek parçası tedarikini engellediğini ifade etmiştir.) Ayrıca ABD Kongresi, Türkiye’nin S-400’e sahip olmasının sürmesi halinde F-35 programına dönüşünü yasaklayan ve yaptırımların kaldırılmasını engelleyen hükümleri 2020 ve 2021 Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasaları’na dahil etmiştir. Bu yasal düzenlemeler uyarınca, Türkiye envanterinde S-400 bulunduğu müddetçe ABD Savunma Bakanlığı’nın Türkiye’ye F-35 uçağı teslim etmesi men edilmiştir; bu nedenle Türk Hava Kuvvetleri için üretilen 6 adet F-35A uçağı ABD’de depoda bekletilmekte ve Türkiye’nin bu uçaklar için ödediği 1,7 milyar dolar da iade edilmemiş durumdadır. 2021 savunma yasasında da S-400 alımına bağlı CAATSA yaptırımlarının kaldırılabilmesi için koşullar öngörülmüştür.

2024 sonlarından itibaren Ankara ile Washington arasında S-400 sorununu aşmaya yönelik diplomatik temaslaryoğunlaşmıştır. Bazı haberlerde, S-400 sisteminin statüsü konusunda formüller arandığı ve bu konuda ilerleme sağlanırsa ABD’nin Türkiye’ye F-35 satışına yeşil ışık yakabileceğinin konuşulduğu belirtilmiştir. Mart 2025’te Başkan Erdoğan ile yeniden göreve gelen ABD Başkanı Donald Trump arasında yapılan bir telefon görüşmesinde, Trump’ın S-400’ün etkisiz hale getirilmesi durumunda F-35 satışı konusunda daha esnek olabileceğini dile getirdiği basına yansımıştır. Bu bağlamda gündeme gelen seçeneklerden ikisinin, S-400 bataryasının kısmen sökülerek devre dışı bırakılması veya Türkiye’de ABD kontrolünde bir üsse nakledilmesi olduğu raporda yer almaktadır. Diğer bazı haberlere göre ise ABD ve Türk yetkililer, Türkiye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılması için teknik görüşmelere başlamaya karar vermiştir. Gelgelelim, Eylül 2025 itibarıyla somut bir sonuç alınabilmiş değildir. ABD Dışişleri Bakanlığı, Ağustos 2025’te Kongre’den bazı üyelerin mektubuna verdiği cevapta, Biden yönetiminin ABD yasalarına (CAATSA dahil) uymakta kararlı olduğunu ve Türkiye’nin Rus S-400 sistemini edinmesi ve elinde bulundurmasına dair ABD tutumunda bir değişiklik olmadığını vurgulamıştır. Başka bir ifadeyle, Washington S-400 konusu çözülmeden F-35 meselesinde ilerleme olmayacağı yönündeki resmi pozisyonunu korumaktadır.

ABD Kongresi cephesinde ise Türkiye ile savunma işbirliği karmaşık bir tablo arz etmektedir. 2024 yılı başlarında Senato’da Türkiye’ye F-16 satışını engellemeye yönelik bir karar tasarısı gündeme gelmiş, ancak bu girişim Senato Genel Kurulu’nda 13’e karşı 79 oyla reddedilerek sonuçsuz kalmıştır. 2025 yılında ise Temsilciler Meclisi’nde hazırlanan 2026 mali yılı Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası (NDAA) tasarısına bazı milletvekilleri tarafından Türkiye’ye yapılacak savunma malzemesi satışlarına ilave koşullar getiren değişiklik önergeleri sunulmuştur. Bu önergelerde, Türkiye’nin Rusya, Çin ve İran gibi ABD rakipleriyle ilişkileri, Yunanistan ve Kıbrıs ile gerilimleri, İsrail ve Hamas konusundaki tutumu veya Suriye politikası gibi çeşitli konulardaki farklılıklarından kaynaklanan endişeler dile getirilmiştir. Ancak nihai olarak Temsilciler Meclisi, 2025 Eylül ayında söz konusu NDAA tasarısını bu değişiklik önerilerini içermeksizin geçirmiştir; dolayısıyla yasalaşma sürecinde Türkiye’ye yeni şartlar dikte eden bir hüküm kabul edilmemiştir. Bu durum, Kongre’de Türkiye’ye yönelik sert yaptırımlar veya kısıtlamalar getirme arzusunun sınırlı kaldığına işaret etmektedir. Nitekim Biden yönetimi, Türkiye’ye yönelik belirli savunma satışlarını sürdürmektedir. Mayıs 2025’te ABD, Türkiye’ye gelişmiş hava-hava füzeleri satışını içeren yaklaşık 304 milyon dolarlık bir paketi Kongre’ye bildirmiş ve onay süreci tamamlanmıştır everycrsreport.com. Öte yandan, Türkiye de bir yandan Batılı müttefiklerinden beklediği beşinci nesil uçak tedariki gecikirse kendi alternatiflerini oluşturma çabasındadır. Türk hükümeti, İngiltere üretimi Eurofighter Typhoon savaş uçaklarından 40 adet satın almayı değerlendirdiğini açıklamıştır. Böyle bir alım gerçekleşirse, Türkiye’nin de tıpkı Yunanistan ve bazı Arap ülkeleri gibi envanterini farklı Batılı tedarikçilerle çeşitlendirmesi söz konusu olacaktır. Ayrıca Türkiye, milli imkanlarla TF Kaanadını verdiği beşinci nesil bir muharip uçağın geliştirilmesi projesini sürdürmektedir. Ancak raporda, bu uçağın seri üretiminin en iyimser tahminle 2020’lerin sonlarında başlayabileceği, muhtemelen daha ileri bir tarihe sarkacağı belirtilmektedir. İlk prototiplerde ABD menşeli General Electric F110 motorlarının kullanıldığı, seri üretim için daha fazla sayıda bu motorlardan tedarik edilmesinin gerekeceği ve Türkiye’nin yerli uçak motoru geliştirme konusunda halen önemli zorluklar yaşadığı da raporda not edilmiştir.

Suriye ve Bölgesel Dinamikler

CRS raporuna göre, Suriye iç savaşında dengeler 2024 sonunda radikal biçimde değişmiş ve bu durum Türkiye-ABD ilişkilerini de etkilemiştir. Aralık 2024’te Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad rejiminin çökmesiyle ülkede yeni bir Sünni Arabistan ağırlıklı geçiş hükümeti kurulmuş; bu hükümette, geçmişte El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) içinde yer almış bazı isimlerin etkin pozisyonlarda olduğu raporda belirtilmektedir. Suriye’de dış aktörler içinde en büyük nüfuz sahibi ülkenin artık Türkiye olduğu değerlendirilmiştir. Ankara, Esad sonrasında oluşan geçici yönetime çeşitli askeri, siyasi ve ekonomik yardımlarda bulunarak hem Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmayı hem de komşusunda istikrarlı ve kendisine müzahir bir yapı tesis etmeyi hedeflemektedir. ABD’deki ikinci Trump yönetiminin ise Mayıs-Haziran 2025’te aldığı kararlarla Suriye’ye yönelik birçok yaptırımı kaldırdığı veya askıya aldığı, bunun da Türkiye’nin Suriye’nin yeniden imarında ve ekonomi-politik düzeninde daha aktif rol oynamasının önünü açtığı raporda not edilmiştir. Ancak Washington’un gerektiğinde Suriye konusunda yaptırım kozunu elinde tutmaya devam ettiği ve bu alandaki adımların koşullu olacağı mesajı verilmektedir.

Türkiye, Suriye siyasetinde en tartışmalı konulardan biri olan Kürt meselesinde kendi çıkarlarını korumak amacıyla sahada askeri adımlar atmaktan çekinmemiştir. 2016’dan bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri, müttefiki konumundaki Suriyeli silahlı muhalif gruplarla (2023’te “Suriye Milli Ordusu” adı altında kısmen birleşen gruplar) birlikte Suriye’nin kuzeyinde bir dizi sınır ötesi harekât gerçekleştirmiştir. Raporda, Türkiye’nin bu operasyonlar sayesinde Suriye’nin kuzey sınır hattındaki geniş bir alanı PKK ile bağlantılı gördüğü Kürt güçlerin (Suriye Demokratik Güçleri – SDG, omurgasını YPG’nin oluşturduğu yapı) kontrolünden çıkardığı belirtilmektedir. Hatta Aralık 2024’te Esad rejiminin düşmesinin hemen ardından stratejik öneme sahip bazı kasabaların da SDG’den Türkiye destekli güçlerin eline geçtiği bilgisi verilmektedir. Ankara ayrıca ülkedeki yaklaşık 2-3 milyon Suriyeli mültecinin bir kısmını gönüllü olarak geri döndürme politikasını sürdürmektedir. Ağustos 2025 itibarıyla, Esad sonrasındaki dönemde Türkiye’den Suriye’ye 400 binden fazla mültecinin dönüş yaptığı Türk makamlarınca rapor edilmiştir. Tüm bu gelişmeler, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve demografik dengesi açısından yeni bir tablo ortaya çıkarırken, sahadaki değişimler ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını ve SDG ile işbirliğini de etkileme potansiyeline sahiptir. Halihazırda Suriye’nin kuzeydoğusunda IŞİD’le mücadele görevine destek için konuşlu birkaç yüz Amerikan askeri bulunmakta olup, Türk güçleri ile SDG arasındaki gerilim, bu unsurların faaliyet alanını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim ABD, 2025 yılı içinde Suriye sahasındaki askeri varlığını yeniden ölçeklendirme yönünde adımlar atmıştır. Nisan 2025’te Pentagon sözcüsü, Suriye’deki Amerikan birliklerinin daha “küçük ve şartlara bağlı” bir yapıya dönüştürüleceğini açıklamış; yaklaşık 2.000 olan ABD askeri personel sayısının kademeli olarak 1.000’in altına çekilebileceğini duyurmuştur. Bu yeniden konumlandırma sırasında ABD’nin önceliğinin IŞİD’le mücadele olduğu vurgulanmış, SDG kontrolündeki kamplarda tutulan IŞİD mensuplarının güvenliği ve kalan terör hücrelerinin takibi için Amerikan güçlerinin SDG ile işbirliğine devam edeceği belirtilmiştir. Pentagon sözcüsü, koalisyon güçlerinin “Türk ordusuna veya Türkiye destekli gruplara karşı SDG’ye herhangi bir destek vermediğini” de özellikle ifade ederek, Washington’un Türkiye’nin güvenlik kaygılarını gözettiği mesajını iletmiştir. Raporda, ABD güçlerinin Suriye’den tamamen çekilmesinin ya da SDG’ye yönelik koruma garantilerinin ortadan kalkmasının, Suriye içinde ve bölge genelinde istikrara, terörle mücadele çabalarına ve insani duruma önemli etkileri olabileceği değerlendirilmektedir. Nitekim 2025 ortalarında bazı Amerikan unsurlarının Suriye’de nüfusunun çoğunluğu Arap olan bölgelerden geri çekilerek daha sınırlı alanlara konuşlandığı; bunun sonucunda SDG’nin bu bölgelerde etkin kontrolünün zayıfladığı haberleri basına yansımıştır.

Ankara, Suriye’de kalıcı bir istikrarın sağlanması ve IŞİD sonrası düzenin kurulması için alternatif güvenlik mimarileri üzerinde de çalışmaktadır. Türkiye, Suriye’nin yeni geçici yönetimiyle birlikte Ürdün, Irak ve Lübnan’ı kapsayan çok taraflı bir mekanizma oluşturarak, Suriye’nin kuzeydoğusunda SDG’nin kontrolünde bulunan alanların kademeli olarak bu ülkenin kendi ulusal ordusuna ve bölge ülkelerinin desteğine devredilmesini hedeflemektedir everycrsreport.com. Bu amaçla Mayıs 2025’te Suudi Arabistan’da düzenlenen bir toplantıda Başkan Trump, Suriye geçici hükümetinin başkanı Ahmed el-Şaraa ile bir araya gelerek, kuzeydoğudaki IŞİD tutuklu kamplarının sorumluluğunu üstlenmeleri ve SDG’nin boşluğunu doldurmaları yönünde telkinlerde bulunmuştur everycrsreport.com.

2025 yılı Mart ayında Suriye geçici otoritesi ile SDG arasında varılan bir mutabakat, ülkedeki Kürt meselesinin geleceği açısından kritik bir adım olmuştur. Taraflar, Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumların Şam’daki merkezi yönetimin idaresine entegre edilmesi konusunda anlaşmış; bu kapsamda sınır kapıları, Kamışlı Havaalanı ile petrol ve gaz sahaları dahil olmak üzere kritik altyapının devlet otoritesine devredileceği ilan edilmiştir. Buna karşılık, Suriye’deki Kürt toplumuna tam vatandaşlık statüsü ve anayasayla güvence altına alınmış kültürel ve siyasi haklar tanınacağı taahhüt edilmiştir. Ankara, SDG ile Şam arasında varılan bu anlaşmayı memnuniyetle karşılamış ve bunu, Suriye’nin toprak bütünlüğünün güçlenmesi yönünde bir adım olarak değerlendirmiştir. Türk yetkililer özellikle bu mutabakat sayesinde SDG’yi yönlendiren Kürt hareketinin ayrılıkçı bir gündem peşinde koşmaktan vazgeçeceğini ve SDG saflarındaki PKK kadrolarının Suriye’den tamamen çıkarılacağını umut etmektedir. Nitekim Mart 2025 anlaşmasının ardından Türkiye ve müttefiki Suriye Milli Ordusu güçleri, SDG’ye yönelik askeri operasyonlarına ara vermiştir. Ancak bu süreçte Suriye’nin kuzey bölgelerinde SDG ile merkezi hükümete bağlı fraksiyonlar arasında yer yer çatışmalar çıktığı, taraflar arasındaki güvensizliğin tam olarak giderilemediği de rapora yansımıştır.

Raporda, Suriye’nin geleceğine dair pazarlıklarda yerel Kürt aktörlerin taleplerinin tam olarak karşılanmasının zor olabileceğine değinilmektedir. PKK ile bağlantılı olmayan ve Irak Kürt siyasi hareketine müzahir bazı Suriye Kürt grupları da dahil olmak üzere geniş bir yelpazedeki Kürt örgütleri, Suriye’nin üniter yapısı içinde bir ölçüde yerinden yönetim (adem-i merkeziyet) ilkesinin benimsenmesini desteklemektedir. Ancak Suriye geçici hükümeti ve arkasındaki Türkiye, ülkede herhangi bir resmi özerklik veya federatif yapıyı kesin bir dille reddetmektedir. Rapora göre Türkiye’nin SDG ile yaşadığı gerilimin kalıcı şekilde çözülmesi, bir ölçüde Ankara’nın PKK ile ilişkilerindeki yumuşamaya da bağlı olabilir; öte yandan SDG liderleri, örgütlerinin PKK’dan bağımsız olduğunu vurgulayarak bu denklemi ayrı tutmaya çalışmaktadır. SDG, Mart mutabakatı sonrasında Halep yakınlarındaki bazı Kürt yerleşimlerinde güvenlik kontrolünü Suriye ordusuna devrederek entegrasyon yolunda ilk adımları atmıştır. Bununla birlikte SDG komutanları, Suriye ordusuna entegre olsalar bile kendi birliklerinin “ayırt edici kimliğini” koruması gerektiğini dile getirmektedir. Kimi Kürt ve Arap nüfuslu bölgelerde karşılıklı güvensizlik sürdüğünden, taraflar diğerinin yönetimi altına girdikleri takdirde ayrımcılığa veya misillemeye maruz kalabileceklerinden endişe etmektedir. SDG kanadı, özellikle Suriye’nin farklı bölgelerinde Sünni Arap gruplar ile diğer azınlıklar (Dürzî, Alevî ve Hıristiyan topluluklar) arasında 2025’te patlak veren şiddet olaylarına atıfla, kendi özerk yapılarının dağıtılması halinde Suriyeli Kürtlerin savunmasız kalacağı ve benzer saldırılara maruz kalabileceği kaygısını dile getirmiştir.

2025 yılının Temmuz ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, SDG’nin bir an önce Suriye merkezi hükümetine entegre olması ve SDG’nin belkemiği olan YPG güçlerinin “silahlarını bırakması” yönünde çağrıda bulunmuştur. Öte yandan hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da örgütün üst düzey kadrolarıyla mutabık kalarak YPG’nin ancak merkezi hükümetle kabul edilebilir bir anlaşma sağlandığında silahsızlanması gerektiğini belirttiği basına yansımıştır. Ağustos 2025’te ismi açıklanmayan kaynaklara dayanan bazı haberlerde, SDG’nin Şam yönetimine entegrasyonunda ayak diremesi halinde Türkiye’nin doğrudan askeri bir müdahale yoluna gitmeyeceği, ancak Suriye ordusunun sınırlı bir operasyonuna dolaylı destek verebileceği ileri sürülmüştür everycrsreport.com.

Suriye’deki bu yeni denklem, bölgesel aktörler arasındaki güç mücadelesini de yeniden şekillendirmektedir. Raporda, Türkiye’nin Suriye’de artan nüfuzunun iki farklı senaryoya yol açabileceği belirtilmektedir: Birinci senaryoda Ankara, İran’ın bölgede zayıflayan konumundan yararlanarak ABD, İsrail ve Arap ülkeleriyle daha yakın işbirliğine gidip İran’ın Suriye ve çevresindeki etkisini sınırlamak için ortak hareket edebilir. İkinci senaryoda ise Türkiye’nin Suriye’deki rolü, tam tersine bu aktörlerle arasında yeni gerilimler kaynağı haline gelebilir. Ankara, PKK ile olası bir iç barış sürecini de fırsat bilerek Suriye, Irak ve benzeri alanlarda kendi nüfuz alanını genişletmek isterken, ABD ve özellikle İsrail bu hamleleri kendi çıkarlarına tehdit olarak algılayabilir. Nitekim Esad rejiminin devrilmesinden sonra İsrail’in Suriye içinde attığı adımlar bu rekabetin işaretlerini taşımaktadır. İsrail, 2025 yılı boyunca Suriye topraklarındaki bazı üs ve stratejik mevzilere yönelik hava saldırıları düzenlemiş; güney Suriye’de kendi ordusunun kontrol ettiği bir tampon bölge tesis ederek bazı Suriyeli etnik-dini azınlıkları himaye altına almaya çalışmıştır. Rapora göre İsrail bu adımlarla, Türkiye’nin Suriye’nin merkezi kesimlerinde askeri varlık göstermesini engellemeyi ve İran sonrasında oluşan güç boşluğunda Ankara’nın tek taraflı bir üstünlük kurmasını önlemeyi amaçlamaktadır.

Suriye meselesi, 2025 itibarıyla Türkiye-İsrail ilişkilerinde de yeni bir cephe yaratmıştır. İki ülke yetkililerinin Suriye’de doğrudan çatışmaya girmemek için görüşmeler yaptığı, hatta Haziran 2025 itibarıyla Türk ve İsrail askeri makamları arasında Suriye sahasında bir “çatışma önleme hattı” oluşturulduğu raporda yer almaktadır. Ancak Ankara ile Tel Aviv’in Suriye konusundaki çıkar ve önceliklerinin örtüştüğü alanlar sınırlıdır. Tarafların birbirlerinin “kırmızı çizgilerini” anlayıp bunlara saygı göstermekte zorlandığı belirtilmektedir. Türkiye, İsrail’i Suriye sonrası düzende İran’ın yeniden güç kazanmasının engellenmesi hedefine ortak olmaya ikna etmeye çalışırken, İsrail kanadı Türkiye’nin bölgesel niyetlerine temkinli yaklaşmaktadır.

Ankara ile Şam geçici yönetimi arasındaki askeri işbirliği de kademeli olarak kurumsallaşma yolundadır. Ağustos 2025’te Türkiye ve Suriye yönetimi arasında imzalanan bir askeri eğitim ve danışmanlık mutabakat muhtırası, kapsamlı bir güvenlik işbirliği anlaşmasına doğru atılmış bir adım olarak değerlendirilmektedir. Türk yetkililer, bu mutabakat çerçevesinde Suriye ordusunu teçhizat ve eğitim desteğiyle güçlendirmeyi, böylece ülkenin uzun vadeli istikrarına katkı sunmayı hedeflediklerini belirtmiştir. Her ne kadar Türk ve Suriyeli yetkililerin, belirli Suriye askeri üslerine Türk birliklerinin konuşlandırılması gibi olasılıkları da görüştüğü iddia edilse de, imzalanan anlaşmada bu konuya dair net bir hüküm bulunmamaktadır. Bazı haber kaynaklarına göre Türkiye, mevcut gerilimler ışığında İsrail’i provoke edecek türden silah sistemlerini Suriye’ye sağlamaktan da kaçınmayı planlamaktadır. Ancak sahada tansiyon zaman zaman yükselmektedir. Eylül 2025’te İsrail tarafı, Suriye’de gerçekleştirdiği bir hava harekâtında Türkiye menşeli füze ve hava savunma teçhizatı bulunduğundan şüphelenilen depoları hedef aldığını öne sürmüştür everycrsreport.com. Yine Eylül ayı içinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, İsrail’in bölge ülkelerini zayıf ve bölünmüş tutmaya yönelik “bölgesel yayılmacılık” peşinde olduğunu belirterek İsrail’i açıkça suçlayan sert bir açıklama yapmıştır. Bu karşılıklı adımlar, Suriye kaynaklı rekabetin Türkiye-İsrail ilişkilerinde 2023 sonrasında tekrar belirginleşen gerilimi daha da tırmandırabileceğini göstermektedir.

İsrail ve Filistin (Hamas)

2023 yılının Ekim ayında patlak veren Hamas-İsrail savaşı, Türkiye ile İsrail arasındaki normalleşme çabalarını aniden tersine çevirmiş ve iki ülke ilişkilerinde yeni bir gerilim dalgasına yol açmıştır. Rapora göre, Ekim 2023’ten önce Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti ile İsrail arasında yıllar sonra bir yakınlaşma süreci başlamış; Ankara-Tel Aviv hattında diplomatik diyalog ilerlerken iki ülkenin enerji alanında daha yakın işbirliği yapması dahi gündeme gelmiştir. Ne var ki, Hamas’ın Ekim 2023’te İsrail’e karşı gerçekleştirdiği kapsamlı saldırılar ve İsrail’in Gazze Şeridi’nde başlattığı savaş, bu olumlu havayı dağıtmıştır. Aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinde Filistin kaynaklı gerilimler daha önce de yaşanmıştır: Örneğin 2010 yılında Gazze’ye yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine İsrail komandolarının düzenlediği baskında 10 Türk vatandaşının ölmesi iki ülke arasında yıllarca süren bir diplomatik krize neden olmuştu. 2023’teki son çatışma dalgası ise çok daha ağır insani sonuçlar doğurduğundan, Ankara-Tel Aviv hattındaki tepki ve söylemler daha sert olmuştur. Savaş süresince ortaya çıkan insani dram nedeniyle Erdoğan yönetimi İsrail’e sert eleştiriler yöneltmiş; iki ülke karşılıklı olarak diplomatik temsil düzeylerini fiilen düşürmüştür. Ekim 2023’te İsrail hükümeti Türkiye’deki diplomatik personelini geri çağırırken, Ankara da Kasım 2023’te Tel Aviv Büyükelçisi’ni istişareler için merkeze çekmiştir. İlişkilerin eski normalleşme düzeyine dönmesinin kısa vadede zor olabileceği değerlendirilmiştir. Nitekim Ağustos 2025’te İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni tehcirine ilişkin “soykırım” ifadesini kullanması, Ankara’nın sert tepkisine yol açmış ve iki ülke arasında yeni bir diplomatik polemik başlatmıştır.

Erdoğan, Hamas-İsrail çatışması boyunca açık biçimde Filistin yanlısı bir tutum takınmış ve İsrail’in Gazze’de yürüttüğü askeri operasyonları en yüksek perdeden kınamıştır. Raporda, Erdoğan’ın İsrail’i Gazze’deki sivil kayıplar nedeniyle “katliam” yapmakla suçladığı ve ABD’yi de İsrail’e verdiği destek nedeniyle eleştirdiği belirtilmektedir. Türk hükümeti, İsrail’e karşı somut yaptırım adımları da atmıştır: Mayıs 2024’te Ticaret Bakanlığı, “kalıcı bir ateşkes sağlanıp Gazze’ye kesintisiz insani yardım girişi temin edilene kadar” Türkiye’nin İsrail ile tüm mal ticaretini durdurduğunu resmi olarak açıklamıştır. Bu karar uyarınca Türkiye’nin İsrail’den ithalat ve İsrail’e ihracat işlemlerinin durdurulduğu ilan edilmiştir. Ancak rapor, İsrail’in ticaret verileri ve diğer kaynaklara dayanarak, bu resmi durdurma kararına rağmen üçüncü ülkeler üzerinden de olsa iki ülke arasında belli ürünlerin ticaretinin azalmış olsa da tamamen kesilmediğine dikkat çekmektedir.

Ankara, Filistin meselesinde uzun süredir Hamas hareketine siyasi destek vermekte ve zaman zaman Hamas’ın üst düzey siyasi büro üyelerine ülkesinde ev sahipliği yapmaktadır everycrsreport.com. Erdoğan yönetimi Hamas’ı Filistin halkının meşru temsilcilerinden biri olarak görürken, Filistin yönetiminin başındaki Mahmud Abbas ve onun lideri olduğu El Fetih (FKÖ) ile de ilişkilerini sürdürmektedir everycrsreport.com. Rapora göre Erdoğan, iç savaş halindeki Filistin siyasetinde gelecekte arabuluculuk rolü oynayarak Hamas ile El Fetih arasında uzlaşı sağlamayı da isteyebilir. Bununla birlikte, Hamas’a verilen destek İsrail nezdinde Türkiye’ye duyulan güvensizliği artıran başlıca faktörlerden biridir.

Hamas konusunda Ankara’nın tutumu, Washington ile ilişkilerde de bir gerilim noktası oluşturmaktadır. Kasım 2023’te üst düzey bir ABD Hazine Bakanlığı yetkilisinin Ankara’yı ziyaret ederek Hamas’ın Türkiye’de para toplama ve transfer etme kapasitesine dair endişeleri Türk makamlarıyla paylaştığı raporda yer almaktadır. ABD tarafı, Hamas’ın gelecekte yeni saldırılar planlamak için Türkiye’deki finansal imkanlarını kullanabileceğinden kaygı duyduğunu iletmiştir. Türk yetkililer ise Hamas’ı bir terör örgütü olarak görmediklerini belirterek, buna rağmen Türkiye’nin yasaları hilafına olacak şekilde kara para aklama veya şiddet eylemlerine doğrudan finansman sağlanması gibi faaliyetlere müsamaha göstermeyecekleri yanıtını vermiştir. Ekim 2023’ten bu yana ABD Hazine Bakanlığı, Türkiye merkezli bazı Hamas üyesi kişi ve şirketleri yaptırım listesine almıştır. Bu gelişmeler, Ankara’nın Hamas’a bakış açısı ile ABD’nin terörle mücadele öncelikleri arasındaki ayrışmanın altını çizmektedir.

İlişkilerin Geleceğine Dair Beklentiler ve Endişeler

Rapor, 2025 itibarıyla ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceğine dair karşılıklı beklentiler ve olası senaryolarıdetaylandırmaktadır. Ankara’nın Washington’dan öncelikli beklentileri üç başlıkta toplanmıştır:

  • İleri Düzey Savaş Uçakları ve Yaptırımların Kaldırılması: Türkiye, ABD’den modern savaş uçağı envanterinin güçlendirilmesini talep etmektedir. Bu kapsamda F-16 uçaklarının tedariki ve modernizasyonunun yanı sıra, mümkünse 5. nesil F-35 Lightning II uçaklarının yeniden satışının önünün açılmasını istemektedir. Ayrıca 2020’de uygulanan CAATSA yaptırımlarının kaldırılması da Türk tarafının öncelikleri arasındadır.
  • Suriye’de Destek: Ankara, Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK ile bağlantılı SDG güçlerinin kontrolündeki alanlarda, ABD’nin de desteğiyle, yeni kurulan Sünni Arap ağırlıklı Şam geçici hükümetinin kontrolü devralmasını sağlayacak bir geçiş sürecine katkı sunulmasını beklemektedir. Bu süreçte IŞİD’le mücadele görevinden yerel unsurların devralınması hedeflenmektedir.
  • Bölgesel Rolün Tanınması: Türkiye, Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Kafkaslar gibi çevre bölgelerde artan etkisinin ABD tarafından kabul görmesini ve teşvik edilmesini istemektedir. Ankara, kendi bölgesinde daha büyük bir aktör olarak hareket ederken Washington’un buna destek vermesini veya en azından anlayışla karşılamasını beklemektedir.

Öte yandan, raporda ABD’li politika yapıcılar açısından iki farklı yaklaşımın tartışıldığı belirtilmektedir. Bazı stratejistler, Türkiye ile daha yakın angajmana girmenin sağlayabileceği stratejik ve ekonomik avantajlara dikkat çekerek, büyük güç rekabetinin yoğunlaştığı günümüz dünyasında Ankara’yı kazanmanın önemine vurgu yapmaktadır. Bu bakış açısına göre, Türkiye’nin jeopolitik konumu ve çevresindeki kritik çatışma bölgelerine nüfuz edebilme kapasitesi, onu ABD için vazgeçilmez bir ortak kılmaktadır. Orta Doğu’dan Karadeniz’e uzanan hat üzerinde etkin olan ve hem askeri hem ekonomik gücüyle öne çıkan Türkiye’nin Batı kampında tutulması, Rusya ve Çin gibi rakip güçlere karşı da avantaj sağlayabilir everycrsreport.com. Bunun karşısında bazı çevreler ise Türkiye ile ilişkilerde temkinli olunması gerektiğini savunmaktadır. Bu görüşe göre, son yıllarda Ankara’nın izlediği politikalar – örneğin Rusya ile yakın işbirliği içinde olması, Suriye’de ABD’nin müttefiki Kürt güçlerle çatışması, İsrail’le düşmanca söylemler kullanması ve Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de gerilim yaratması – Washington açısından derin işbirliğine engel teşkil etmektedir everycrsreport.com. Ayrıca Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletindeki gerilemeler de, ilişkilerin stratejik boyutuna gölge düşürmektedir. Bu nedenle ABD’li karar alıcıların, Ankara ile işbirliğini derinleştirmeden önce olası riskleri dikkatlice değerlendirmesi gerektiği raporda vurgulanmaktadır everycrsreport.com.

Rapor, Washington’ın Ankara ile ilişkilerinde liderlik faktörüne de dikkat edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Türkiye’nin dış ve iç politikada ABD ile ters düşen bazı tutumlarının ne kadarının Türk devletinin kalıcı çıkarlarını, ne kadarının ise Erdoğan ve AKP iktidarının ideolojik önceliklerini yansıttığı önemli bir sorunsal olarak ortaya konmuştur everycrsreport.com. Örneğin Hamas’a verilen destek veya Rusya ile geliştirilen bazı ilişkiler, Türk kamuoyu genelinin benimsediği politikalardan ziyade mevcut iktidarın tercihi olabilir. Bu bağlamda rapor, Washington’ın Erdoğan veya gelecekte onun yerini alabilecek farklı bir Türk liderle nasıl daha yapıcı ilişkiler tesis edebileceğine dair seçenekleri düşünmesi gerektiğini ima etmektedir everycrsreport.com. Benzer şekilde, Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyri de ABD’nin bölgesel hesaplarında önemli bir değişken olarak ele alınmaktadır. 2025 yılında Suriye ve Filistin kaynaklı gelişmeler nedeniyle yükselen Ankara-Tel Aviv geriliminin kalıcı olup olmayacağı belirsizdir. Raporda, Türkiye ve İsrail’in Suriye’de İran nüfuzunu dengelemek gibi ortak çıkarlarda buluşup buluşamayacağı veya 2025’te su yüzüne çıkan rekabetin bölgesel düzende daha büyük bir Türk-İsrail sürtüşmesine dönüşebileceği öngörülmesi zor bir mesele olarak tanımlanmıştır everycrsreport.com.

ABD’nin Türkiye politikasını şekillendirirken değerlendirdiği bir diğer kritik konu, Ankara’nın Rusya ve Çin gibi ABD rakiplerine olası yakınlaşmasıdır. Raporda, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırarak Moskova veya Pekin eksenine daha fazla itebilecek muhtemel senaryolar tartışılmaktadır. Örneğin ABD’nin Türkiye ile ileri teknoloji paylaşımına gitmemesi veya bazı dış politika anlaşmazlıkları, Ankara’yı Rusya ve Çin’le daha derin işbirliğine yöneltebilir everycrsreport.com. Aynı şekilde, Rusya ve Çin’in Türkiye’nin askeri ya da ekonomik kapasitesini artıracak girişimleri, Ankara’nın jeopolitik tercihlerinde değişikliklere yol açabilir. Türkiye’de otoriterleşmenin artması ya da iç istikrarsızlık yaşanması halinde de, Ankara’nın Batı ittifakına mesafe koyarak farklı güç odaklarıyla yakınlaşma riski bulunduğu raporda dile getirilmiştir everycrsreport.com. Türkiye’nin ABD çıkarlarına daha açık biçimde meydan okuyan bir aktöre dönüşmesinin, hem bölgede hem küresel düzlemde NATO’nun ve genel olarak Batı ittifakının konumu üzerinde ciddi sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarı yapılmaktadır.

Rapor, iki ülke ilişkilerinin geleceğine dair öngörülerde bulunurken bazı somut gelişmelere de dikkat çekmektedir. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, Haziran 2025’te verdiği bir demeçte yıl sonuna kadar ABD ile Türkiye’nin F-35 uçakları konusundaki açmazı çözeceklerine inandığını belirtmiş ve “Kongre’nin akılcı bir sonucu destekleyeceğini” ifade etmiştir everycrsreport.com. Bu iyimser değerlendirme, Washington’daki bazı çevrelerin Türkiye ile yaşanan sorunların diplomasi yoluyla aşılabileceğine dair beklentisini yansıtmaktadır. Nitekim raporda, 119. Dönem Kongresi’nin Türkiye konusunda karşısına çıkabilecek muhtemel karar anlarına (örneğin F-35 satışıyla ilgili olası bir anlaşmanın onaylanması gibi) hazır olması gerektiği vurgulanmaktadır everycrsreport.com. Özünde, ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği hem fırsatlar hem de riskler barındıran, dikkatli yönetilmesi gereken bir alan olarak değerlendirilmektedir.

Analiz ve Değerlendirme

ABD’li siyaset elitleri ve politika yapıcılar nezdinde Türkiye, zorlu fakat vazgeçilmez bir müttefik olarak konumlandırılmaktadır. Kongre Araştırma Servisi’nin raporu da, Türkiye’nin ABD açısından taşıdığı fırsatlar ve riskleri dengeli bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir yandan Türkiye, coğrafi konumu ve askeri kapasitesiyle NATO ittifakının kilit bir üyesidir; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı bloğuna dahil olup 1952’den beri NATO’da yer alması, hem Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan kritik geçiş noktalarını kontrol etmesi hem de NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olması nedeniyle stratejik bir değerdir. Washington, uzun yıllar boyunca Ankara’nın Batı ittifakı içinde tutulmasını, Türkiye’nin jeopolitik ağırlığı sayesinde Sovyetler Birliği/Rusya gibi güçlere karşı denge sağlamanın ve Orta Doğu’da istikrar oluşturmanın bir aracı olarak görmüştür. Nitekim son dönemde Türkiye’nin Ukrayna’nın savunmasını güçlendirmek için attığı adımlar (SİHA ve silah sistemleri satışı, tahıl koridoruna katkı gibi) ve Rusya’nın Karadeniz’deki hamlelerine karşı işbirliği yapması, ABD ile ortak çıkarlara hizmet eden örnekler olarak değerlendirilmektedir. Benzer şekilde Türkiye, IŞİD’le mücadele ve Suriye’nin geleceğinin şekillenmesi konularında da bölgesinde önemli bir aktör olup, yapıcı bir tutum izlediğinde ABD’nin çıkarlarıyla örtüşen sonuçlar üretebilmektedir. Tüm bu nedenlerle, ABD’li karar alıcılar Türkiye’yi küresel ölçekte belirleyici rol oynayabilen bir “salınım devleti”(swing state) olarak görmektedir. Ankara’nın Batı ile Rusya/Çin ekseni arasında denge siyaseti gütme eğilimi (örneğin BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma isteği) dikkatle takip edilmekte, Türkiye’nin yönelimlerinin uluslararası güç dengelerini etkileyebileceği hesaplanmaktadır.

Diğer yandan, Türkiye ile ortaklık ABD açısından önemli meydan okumaları da beraberinde getirmektedir. Son on yıl içinde Washington ve Ankara arasında S-400 hava savunma sistemi alımı, Suriye’de YPG/SDG’ye ABD desteği, İran ve Hamas gibi bölgesel aktörler konusunda yaklaşım farkları gibi ciddi anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bu konular, iki ülke arasında derin bir güven bunalımına yol açmış ve yaptırımlar dahil sert tedbirlerin gündeme gelmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin Rusya ve İran ile yakın ekonomik ve enerji ilişkileri yürütmesi (örneğin Batı’nın Rusya yaptırımlarına katılmaması) ve Doğu Akdeniz’de müttefiklerini (Yunanistan, Kıbrıs) rahatsız eden adımlar atması, ABD’de bazı çevrelerce ittifak dayanışmasına aykırı hareketler olarak değerlendirilmektedir everycrsreport.com. Ayrıca Erdoğan iktidarının son yıllarda demokratik standartlardan uzaklaşması, muhalefeti baskı altına alması ve hukukun üstünlüğünü zedeleyen uygulamaları, Türkiye’yi ABD nezdinde eleştiri oklarının hedefi haline getirmiştir. Amerikan kamuoyunda ve Kongre’de bu gelişmeler, Türkiye’yi otoriterleşen bir partner olarak konumlandırmakta ve ilişkilerin duygusal zeminini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle ABD’li karar alıcılar, Ankara ile işbirliğini sürdürürken bir yandan da değerler ve çıkarlar ekseninde zorlayıcı bir dengeleme politikası gütmektedir.

Genel tabloya bakıldığında, ABD açısından Türkiye ne tam anlamıyla bir düşman ne de sorunsuz bir dost olarak nitelenebilir. Aksine, kendi çıkarlarını gözeterek hareket eden, zaman zaman ABD ile ters düşebilen ancak tamamen kaybedilmesi de göze alınamayan bir bölgesel güç söz konusudur. Washington, Türkiye’yi kazanmanın mı yoksa mesafeli durmanın mı daha faydalı olacağı ikilemi içinde, duruma göre pragmatik adımlar atmaktadır. Örneğin S-400 krizinin çözüme kavuşturularak F-35 anlaşmazlığının giderilmesi için diplomatik yollar aranmaktadır; aynı zamanda Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasını engellemek için yaptırım tehditleri dengeli biçimde kullanılmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında yaptığı “Türkiye’de gördüğümüz antidemokratik gelişmelerden hoşnut değiliz ama bir dizi konuda birlikte çalışmaya ihtiyaç duyduğumuz bir ülke hakkında dengeli hareket etmeliyiz” minvalindeki açıklama, Washington’ın Ankara’ya yaklaşımdaki ikircikli durumu özetlemektedir. NATO ittifakı bağlamında da benzer bir ikili değerlendirme söz konusudur: Türkiye, ittifakın caydırıcılık gücüne katkı veren vazgeçilmez bir üye olmakla birlikte, zaman zaman izlediği politikalarla (örneğin İsveç/Finlandiya üyelik sürecini geciktirmesi veya ittifak planlarını veto etmesi gibi) ittifak içi bir sorun kaynağı olabilmektedir.

Sonuç olarak, ABD’li politika yapıcılar Türkiye’yi hem büyük fırsatlar sunan bir stratejik ortak hem de yönetilmesi gereken potansiyel bir risk unsuru olarak görmektedir. Bu çift yönlü algı, söz konusu CRS raporunun bulgularında da açıkça görülmektedir. Türkiye’nin coğrafi konumu, askeri gücü ve bölgesel nüfuzu ABD’ye Orta Doğu’dan Avrupa’ya uzanan hat üzerinde benzersiz avantajlar sağlama potansiyeline sahiptir. Ancak aynı özellikler, Ankara’nın bağımsız politikaları nedeniyle kontrol altına alınamadığında ABD çıkarlarını zedeleyebilecek riskler de barındırmaktadır. Dolayısıyla Washington, Ankara ile ilişkilerinde ne tamamen kopuşu ne de kayıtsız şartsız yakınlaşmayı tercih etmeyen, bunun yerine koşullu işbirliği ve eleştirel angajman stratejisi izleyen bir tutum takınmaktadır. 2025 tarihli bu CRS raporu da, Türkiye’yi ne tamamen “kaybedilebilecek” bir ülke ne de “koşulsuz güvenilebilecek” bir müttefik olarak tanımlayarak, ABD’nin çıkarları doğrultusunda bu ilişkiyi dikkatli, çok boyutlu ve şartlara bağlı şekilde yönetmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Kaynak: ABD Kongre Araştırma Servisi, Turkey (Türkiye): Major Issues and U.S. Relations, 15 Eylül 2025.
PDF indirmek için tıklayınız.

Views: 14

Leave a reply

Back to site top