İdealizm mi, Oportünizm mi?

Ben kendi toplumuma baktığımda sık sık şu soruyu soruyorum: Gerçekten ideallerimizin peşinden mi gidiyoruz, yoksa menfaatlerimiz uğruna değerlerimizi kolayca kenara mı bırakıyoruz? Günlük hayatımızdan siyasete kadar pek çok alanda, Türkiye toplumunda söylemler ile eylemler arasındaki çelişkiler dikkat çekiyor. İdeolojik ve ahlaki açıdan yüksek perdeden konuşsak da, iş çıkarlarımıza geldiğinde pragmatik davranmayı “gerçekçilik” diye savunuyor gibiyiz. Bu yazıda, idealizm ile oportünizm arasındaki bu ikilemi kendi gözlemlerim ışığında tartışmak istiyorum.

Gündelik Hayatta İdeallerle Çelişen Tavırlar

Günlük yaşamımızda birçok bireyin, benimsediğini söylediği dini, ideolojik veya ahlaki ilkelerle çelişen davranışlarsergilediğine tanık oluyorum. Örneğin, dürüstlüğü ve haramdan kaçınmayı vaaz eden son derece dindar biri, söz konusu ticari menfaat olunca rahatlıkla yalan söyleyebiliyor veya etik dışı yollara başvurabiliyor. Başka bir örnek: tesettürün tevazuyu ve mahremiyeti sembolize ettiğini düşünen başörtülü bir sosyal medya fenomeni, daha fazla takipçi ve kazanç uğruna özendirici tüketim çılgınlığını körükleyen, hatta kendi değerleriyle çelişen içerikler paylaşabiliyor. Bu durum, inanç ile pratik arasındaki uçurumu ortaya koyuyor. Nitekim yapılan bazı analizler de Türkiye’de dindar kesimin modern tüketim kültürüyle sınandığını gösteriyor. Bir araştırmada, dindar orta sınıfın ekonomik olarak güçlendikçe geleneksel değerlerinden taviz vermeye başladığı; “örtünme ve başörtüsüne yüklenen anlamın gösterişçi bir biçime dönüşmesi” ve “edepli olmak gibi değerlerin gittikçe unutulması” gibi eleştirilerin yükseldiği vurgulanıyor . Yani başörtüsü takan birçok kadının bile giyim-kuşamda şatafata yönelip, tevazu idealinden uzaklaştığı gözlenmiş . Benzer şekilde sosyalist söylemlere sahip bir yapımcı veya işverenin de perde arkasında emekçileri sömürmesi, uzun saatler düşük ücrete çalıştırması maalesef şaşırtıcı gelmiyor. Kendisini sol ideolojide konumlandırıp eşitlik, adalet sloganları atanların bile konu kendi cebine gelince işçi haklarını hiçe sayabildiğini, “işin gereği bu” diyerek emek sömürüsünü normalleştirebildiğini duyuyoruz.

Bu örnekler çoğaltılabilir ve hepsinin ortak noktası şudur: İdealler, söylem düzeyinde kalıyor; eylem düzeyinde ise çıkarlar belirleyici oluyor. İnsanlar bir yandan etik ve idealler hakkında konuşurken, diğer yandan “herkes yapıyor” diyerek veya kendi durumlarına özgü mazeretler bularak ilkesizliklerini mazur göstermeye çalışıyor. Örneğin, çok dindar bir esnaf, müşterisini aldatırken “piyasa şartları”na sığınıp bunu meşru görebiliyor. Bu çelişkili tutum, toplumda yaygın bir norm haline geldikçe, idealist davrananlar enayi yerine konuyor. İdeallerine sadık kalan, gerekirse kaybetmeyi göze alan kişiler neredeyse istisna düzeyinde kalıyor; çoğunluk ise “önce can sonra canan” misali önce kendi çıkarını düşünüyor.

Pragmatizmin “Gerçekçilik” Diye Savunulması

Toplumumuzda menfaat odaklı davranışlar sadece yaygın olmakla kalmıyor, aynı zamanda rasyonel ve gerçekçi davranmak olarak meşrulaştırılıyor. Birçok kişi, “hayatın gerçeği bu” veya “duygusallığa gerek yok” diyerek, ahlaki ikilemlerde pragmatik tercihler yapmayı makul göstermeye çalışıyor. Aslında bu tavrın kökleri, yakın siyasi tarihimizde de görülüyor. Örneğin, eski başbakanlarımızdan Süleyman Demirel’in meşhur “Dün dündür, bugün bugündür” sözü, bu pragmatizmin özlü bir ifadesi olarak siyasetten günlük dile yerleşmiştir . Demirel bu sözüyle dün söylenenlerin bugün değişebileceğini, dün verilen sözlerin bugün bağlayıcı olmayabileceğini ima ediyordu. Bu anlayış, zaman içinde geniş kitleler tarafından da benimsendi: Dün savunduğumuz bir ilkeyi, bugün menfaatimiz gerektiriyorsa terk edebilirdik – çünkü dün dünde kalmıştı.

Benzer biçimde, 1980’lerde Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” şeklindeki talihsiz ifadesi de geniş yankı bulmuştur. Özal’ın bu sözleri pek çok kişi tarafından, düşük maaş alan memurların geçinebilmek için ek yollar bulmasını veya rüşvet almasını hoş görme, yani yolsuzluğa göz yumma sinyali olarak algılandı . Nitekim Özal yıllar önce bu cümleyi sarf ederek adeta yolsuzluğu zihinlerde meşrulaştırmış, işleri hızlandırmak uğruna kural dışı yollara başvurulmasını normalleştirmişti . Bugün hâlâ bir çıkar çatışması ortaya çıktığında “herkes böyle yapıyor” diyerek suistimallerin tolere edilmesi, bu geçmiş söylemlerin toplumda bıraktığı etkinin izlerini taşıyor.

Kendimize karşı da dürüst olalım: Kaçımız günlük hayatımızda “ama gerçekler böyle” diyerek ufak tefek ilkesizlikleri mazur görmüyoruz ki? Mesela işe geç kalan birinin dini bütün olsa da küçük bir yalanla patronunu idare etmesi, “yapmasam işim tehlikeye girer, gerçekçi olmalıyım” diye açıklanabiliyor. Ya da ihaleye fesat karıştıran bir iş insanı, rekabet ortamının acımasızlığını öne sürüp kendi oportünist hamlelerini haklı göstermeye çalışıyor. Böylece pragmatizm, rasyonellik kılıfı altında takdis ediliyor. İdealist tavır ise romantik ve safça bulunup alay konusu olabiliyor.

Siyasette Menfaat ve Makyavelizm Ağır Basıyor

Toplumdaki bu menfaat odaklı yaklaşımın bir yansımasını da siyaset arenasında görüyoruz. Siyasette ilke ve ideolojilerin, çoğu zaman çıkarların aracı haline getirildiği kanaatindeyim. Hem iktidar hem de muhalefet cenahında, belirli ideolojik söylemlerin aslında fırsatçı bir şekilde kullanıldığına tanık oluyoruz. İktidardakiler için din, milliyetçilik veya özgürlükçülük söylemi; muhalefettekiler için laiklik, demokratlık veya halkçılık iddiaları, çoğu zaman samimi bir inançtan ziyade araçsallaştırılmış politik enstrümanlar gibi duruyor.

Örneğin, iktidar partisi bir seçim arifesinde dindar tabanın desteğini pekiştirmek istediğinde aniden dini değerleri öne çıkaran adımlar atabiliyor; başka bir zaman milliyetçi oylara ihtiyaç duyduğunda sert güvenlik politikalarına yönelebiliyor. Muhalefet partileri de benzer şekilde, konjonktüre göre dil değiştirebiliyorlar. Dün birbirine ağır hakaretler eden siyasetçiler, bugün çıkar ortaklığı gördüklerinde aynı ittifakta buluşabiliyor. Bu da ideolojik tutarlılığın değil, o anki faydanın esas alındığını gösteriyor. Türkiye’de son yıllarda sıkça değişen ittifaklar, partiler arası geçişler ve tavizler, aslında politikanın ne denli pragmatik ve hatta makyavelist yürütüldüğünün işaretleri. Bir yazarın ifade ettiği gibi, iktidar çevreleri bugün “popülist, pragmatist, makyavelist politik tavrı” benimseyerek tamamen seçim kazanımına odaklanmış durumdalar . Seçim kazanmak için dinin bile açıkça siyasi bir araç olarak kullanılması – örneğin Diyanet’in siyasi tartışmalara müdahil edilmesi – bu tutuma örnek verilebilir .

İşin ilginç tarafı, halkın önemli bir kesimi de bu siyaset tarzını olağan karşılıyor. Seçmenler de çoğunlukla ilkesel duruşlara değil, kendi çıkarlarına veya kısa vadeli faydalara bakarak tercih yapıyor. Bir parti ekonomik olarak bana ne vaat ediyor, hangi yardımı dağıtıyor diye düşünenlerle; öbür parti benim ideolojime ne kadar uygun diye düşünenler arasında aslında çok fark kalmıyor. Sonuçta ekmek ve çıkar baskın geliyorsa, ideolojik farklılıklar kolayca törpülenebiliyor. Bu yüzden, siyasi partiler de biliyor ki, keskin bir idealizm güderek risk almak yerine, pragmatik manevralarla geniş kitleleri elde tutmak daha kazançlı. Seçim dönemlerinde sıkça görülen vaat değişiklikleri, ittifak pazarlıkları, dün söyleneni yalanlayan bugün açıklamaları hep bu menfaat siyasetinin tezahürleri değil mi? İktidar da muhalefet de gerektiğinde önceki söylemlerini unutup bambaşka bir çizgiye geçebiliyor; çünkü siyaset arenasında dünde kalmanın lüks olmadığını düşünüyorlar.

Protestoların ve Boykotların Ömrü Neden Kısa?

Toplum olarak ideallerimize sahip çıkma konusundaki zafiyetimiz, protesto ve boykot eylemlerinin sürdürülebilir olmamasında da kendini belli ediyor. Son yıllarda pek çok haksızlık veya zam furyası karşısında halkın bir kısmı tepki olarak protestolar düzenledi, sosyal medyada kampanyalar başlattı. Fakat bu tür hareketlerin çoğu ya kısa sürede sönümlendi ya da başlangıçtaki kitleselliğini koruyamadı. Neden? Çünkü ilk öfke dalgası geçtikten sonra birçok kişi “Bana ne, tek başıma ne değiştirebilirim ki?” moduna geri dönüyor. Bir nevi yılgınlık ve bıkkınlık çöküyor üzerimize.

Örneğin, bir süre önce ekonomiyle ilgili yaşanan bir krizde, fahiş fiyatlara tepki olarak bazı gençler ve sivil gruplar 2 Nisan günü için ülke çapında alışveriş boykotu çağrısı yapmıştı. “O gün hiçbir şey satın almayalım, tüketimi durduralım” şeklinde başlayan bu boykot kampanyası sosyal medyada geniş kesimlerde yankı buldu . İlk etapta toplumun dört bir yanından insanlar destek mesajları paylaştılar, siyasi parti liderleri ve sanatçılar bile boykota katılacaklarını açıkladılar . Bu aslında idealist bir tavırdı: İnsanlar kendi zararlarına da olsa (o gün ihtiyaçlarını erteleyerek) bir ilke uğruna fedakârlık yapmaya niyetlenmişlerdi. Fakat sonra ne oldu? Daha boykot günü gelmeden, iktidar kanadından bu harekete sert tepkiler yükseldi; “boykot ekonomiye sabotajdır” denilip çağrı yapanlara soruşturmalar açıldı . Devletin tepki mekanizması devreye girince, birçok insan geri adım attı. Korku veya endişe belki bir etken oldu; ama bence esas mesele, toplumun bedel ödemeye gönülsüz oluşu idi.

Boykot gününe yaklaşıldığında etrafımdaki pek çok kişi “aman ben tek başıma neyi değiştireceğim, başıma iş almayayım” diyerek bu protesto eylemine katılmaktan vazgeçti. Sonuçta 2 Nisan’daki boykot beklenen etkiyi yaratamadı, katılım sınırlı kaldı ve hareket kısa sürede dağıldı. Aslında hemen her protesto veya boykot çağrısında benzer bir döngü görüyoruz: İlk gün herkes çok öfkeli ve istekli, ikinci gün sayılar yarıya iniyor, bir hafta sonra pek kimse kalmıyor. Toplumsal hareketlerin sürdürülememesi, biraz da halkın çabuk yılması ve konfor alanından çıkmak istememesiyle ilgili. Uzun soluklu bir mücadele gerektiğinde çoğu kimse “işim gücüm var, ailem var” diyerek geri çekiliyor. Kimse hayatını, düzenini riske atmak istemiyor. Böylece protestolar saman alevi gibi parlayıp sönüyor.

Bedel Ödemeye Kimse Gönüllü Değil

Toplumda feda kültürünün zayıfladığını düşündüren çarpıcı örneklerden biri de, yakın zamanda yaşanan bir olaydı. Ülkenin tanınmış reklam ve medya yönetmenlerinden biri, sosyal medyada iktidarı eleştiren paylaşımları nedeniyle tam 41 gün tutuklu kaldı. Bu kişi, entelektüel birikimiyle bilinen, toplumsal meselelere duyarlı bir aydındı. Ancak tahliye olduktan sonra ne yaptı dersiniz? Çıkar çıkmaz, kendi popüler YouTube kanalında artık siyasete dair hiçbir yorum yapmayacağını ilan etti. İlker Canikligil adlı bu yönetmen, “kuyruğumu kaptırdım, artık politik içeriklere son veriyoruz” diyerek, yaşadığı bedelin onu susturduğunu açıkça ifade etti . Yani 41 günlük hapis tecrübesi, koca bir medya insanını sindirmeye yetmişti. Bu durum beni gerçekten sarstı ve düşündürdü: Madem toplum olarak bu kadar haksızlığa kızıyoruz, neden hiçbir bedel ödemeye hazır değiliz?

Açıkçası Canikligil örneğinde kızamayacağım bir yön de var, çünkü ben biliyum ki aynı durumda olunsa, işlerini, özgürlüklerini riske atabilir miydi? Muhtemelen çoğumuzun vereceği dürüst cevap hayır olacaktır. Tepki vermenin, konuşmanın, eyleme geçmenin faturası biraz ağırlaşsın, hemen geri çekiliyoruz. Kendi hayat standartlarımızı, ailemizi, kariyerimizi tehlikeye atmak istemiyoruz. Evet, belki öfkeleniyoruz, sosyal medyada iki satır yazıyoruz ama sonrası gelmiyor. Çünkü bedel ödemek istemiyoruz. Bu durum sadece siyasi konularda değil, işyerinde haksızlığa uğradığımızda da böyle, okulda bir yanlış gördüğümüzde de… Çoğu kişi sesini çıkarırsa başına iş geleceğini düşünüp susmayı tercih ediyor. Hal böyle olunca da, idealizm lafta kalıyor. İdealler uğruna mücadele eden, hatta bu uğurda zarar gören insan sayısı yok denecek kadar az.

Bunun sonucunda toplumda bir atalet ve yılgınlık hali hüküm sürüyor. Herkes düzenin yanlışlarından şikâyetçi ama kimse “yanan” olmak istemiyor. Ünlü şair Nazım Hikmet yıllar önce “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diye sormuştu. Bu dizeler, bir dava uğruna kişisel bedeller ödemeyi, fedakârlık yapmayı göze alamazsak toplumsal karanlıktan çıkamayız mesajını verir. Ne acıdır ki günümüz Türkiye toplumunda Nazım Hikmet’in işaret ettiği şekilde “yanmaya” hazır insan çok nadir. Herkes birilerinin fedakârlık yapmasını bekliyor ama o “birileri” kendisi olsun istemiyor. Haksızlıklar karşısında çoğunluk suskun kalmayı veya köşesine çekilmeyiseçiyor, çünkü “yanarsam kim kurtaracak beni” korkusu ağır basıyor.

Devletin Çarkı: İdealler Değil Devamlılık Esas

Bireyleri bu kadar menfaatçi veya korkak yapan etkenlerden biri de, bence devletin ve sistemin yapısı. Türkiye’de devlet düzeni, yurttaşını idealist olmaktan adeta cüzzamlı gibi uzak tutuyor. Çocukluğumuzdan beri eğitim sisteminde, aileden, medyadan, her kanaldan “önce düzen, önce vatanın bekası” telkiniyle büyüyoruz. Elbette vatan sevgisi çok değerli; ancak burada kastedilen çoğu zaman devletin bekası oluyor, bireyin mutluluğu veya hakları değil. “Devlet ebed müddet” şiarıyla hareket eden resmi ideoloji, gerektiğinde bireyi feda etmekten çekinmiyor. Zaten Türkiye’de iktidarlar uzun yıllardır “devletin devamlılığı” söylemiyle çeşitli baskı ve kısıtlamaları meşru gösteriyor. Örneğin, temel hak taleplerini dile getiren vatandaşlara sıkça “ülke zor dönemden geçiyor, sabredin, devletimizin bekası söz konusu” denmiştir. Bu mantık, devleti kutsal, bireyi teferruat gören bir anlayışı yansıtır.

Ekonomik, siyasi veya askeri herhangi bir krizde hemen “önemli olan devletimizin bekası” denir, sanki devlet soyut bir varlık değil de bizatihi amacı kendisi olan bir organizmaymış gibi. Oysa devlet insan için vardır, insanı yok sayan bir devlet anlayışı kendi halkını tüketir . Gazeteci-yazar Mehmet Altan, “İnsanı yok sayarak kutsanan ‘devletin bekası’ siyaseti, toplumu baskı altında bir fukaralar ordusuna dönüştürdü” diyerek bu gerçeğe parmak basıyor . Yıllar boyunca memleketimizde “devlet elden gidiyor” denilerek pek çok antidemokratik uygulama yapıldı; kimi zaman en temel özgürlükler askıya alındı, kimi zaman ekonomik yükler halka yıkıldı. Halk da çoğu zaman “devletimiz zarar görmesin de biz biraz sıkıntıya katlanırız” diyerek bu durumu kabullendi.

Bu perspektiften bakınca, bireylerin de çıkar odaklı yetişmesi şaşırtıcı değil. Devlet mekanizması içinde ilerlemek isteyenler, genellikle ilke değil, ilişki gözettiler. “Benim memurum işini bilir” anlayışıyla yıllarca liyakat değil kurnazlık ödüllendirildi. Rüşvet veya torpil düzeni adeta göz yumulan bir pratik haline gelince, dürüstçe çalışmak enayilik sayıldı. Bireyler devleti temsil eden kurumlarda hakkını aramaya kalksa çoğu zaman karşısında kapıları kapalı buldu; ama bir tanıdık, bir menfaat ilişkisi devreye girince işler mucizevi şekilde halloldu. Bu da topluma şu mesajı veriyor: Düzen böyle, sen de çıkarlarını kollamazsan ezilirsin. Dolayısıyla idealist davranıp sistemle mücadele edenler değil, düzene uyum sağlayan “işini bilenler” başarılı oluyor. Devletin çarkı, kendini devam ettirmek için vatandaşını da bu kalıba sokuyor, aksi takdirde yaşamayı zorlaştırıyor.

Kriz Anlarında Parlayan Kahramanlıklar

Bunca eleştirinin yanında, hakkını teslim etmek gereken bir nokta da var: Türk toplumunun tamamen idealsiz veya korkak olduğunu söylemek haksızlık olur. Tarihsel olarak bakıldığında, kritik dönemeçlerde halkın menfaatini ikinci plana itip idealistçe harekete geçtiği anlar da mevcut. En yakın örnek, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminde yaşananlardır. O gece milyonlarca insan, ülkenin demokratik düzenine sahip çıkmak için sokaklara döküldü. Tankların önüne yatan, kurşunlara göğsünü siper eden, ölümü göze alarak meydanları dolduran vatandaşlar oldu . Kendi can güvenliğini, rahatını düşünmeden, inandığı değer (demokrasi ve özgürlük) uğruna sokağa çıkan bu insanlar idealizmin en saf örneğini sergilediler. Oportünizmin böylesi anlarda esamesi okunmadı. Kimse “acaba bana ne faydası var” diye düşünmedi, tam tersine “ülkem için ne yapabilirim” diyerek hareket etti. Bu sayede belki de dünya tarihinde ilk kez silahsız halk kitlesi, silahlı darbecilere karşı koyarak başarılı oldu; insan bedeninin silaha karşı zafer kazandığı bir an olarak tarihe geçti . O gece 180’i aşkın sivil hayatını kaybetti, 2000’den fazla insan gazi oldu – hepsi inandıkları değerler uğruna muazzam bir fedakârlık örneği sundular.

15 Temmuz örneği gösteriyor ki, aslında bizim insanımızın mayasında cesaret ve fedakârlık var; ancak bu potansiyel, ancak çok istisnai şartlarda ortaya çıkıyor. Ülke elden gidiyor denilen bir anda, normalde evinde TV izleyen amcalar, günlük telaşesinde koşuşturan gençler bir anda kahramana dönüşebiliyor. Demek ki idealler uğruna kendini feda etme ruhu tamamen kaybolmamış, sadece derinlerde bir yerde uykuda. O uyku halinin bozulması için çok büyük bir tehdit veya sarsıcı bir durum gerekebiliyor. 15 Temmuz gibi bir beka krizinde, menfaat hesapları bir geceliğine rafa kalktı; “önce can” diyenler, o gece “önce vatan, önce demokrasi” dedi. Fakat acı gerçek şu ki, bu tür olağanüstü durumlar dışında gündelik hayat normale döner dönmez, yine eski pragmatist alışkanlıklar baskın çıkıyor. 15 Temmuz’dan sonra kısa bir süre toplumda birlik, beraberlik ve idealizm rüzgârı esti belki ama sonra hızla günlük çıkar kavgalarına geri dönüldü.

Bu çelişkili durum belki sosyologların uzun yıllar inceleyeceği bir konu: Nasıl oluyor da aynı toplum, bir gün kahraman, ertesi gün umursamaz olabiliyor? Bence bunun cevabı, idealizmin bizde bir süreklilik değil, anlık patlama şeklinde tezahür etmesinde gizli. Yani, bir olay anlık olarak duygularımıza dokunup bizi harekete geçiriyor; fakat o duygu dalgası geçince yeniden kişisel hayatlarımızın kaygılarına gömülüyoruz.

Sonuç

Sonuç olarak, “İdealizm mi, oportünizm mi?” sorusuna benim verebileceğim cevap pek iç açıcı değil. Gözlemlerim ve yukarıdaki örnekler ışığında, Türkiye toplumunda ağır basan tavrın ne yazık ki idealizmden ziyade oportünizm olduğunu düşünüyorum. Elbette istisnalar, gerçekten inandığı değerler uğruna bedel ödemeyi göze alan onurlu insanlar da var. Ancak genel tabloya baktığımda, gerek günlük hayat pratiklerinde, gerek iş dünyasında, gerekse siyasette menfaatlerin çoğu kez ideallerin önüne geçtiğini görüyorum. Dahası, bu durum bir şekilde normalleştirilmiş ve kabullenilmiş. İdeallerine sıkı sıkıya bağlı kalıp zarar edenler, toplum nazarında “gerçekleri bilmeyen saftirikler” olarak küçümsenirken; gerektiğinde kural eğip bükmeyi bilen çıkarcı tipler “uyanık” diye övülüyor. Bu algıyı kırmadıkça, idealizmin yeniden yüceltilmesi zor görünüyor.

Yine de umutsuz olmamak lazım. İdealizm tamamen ölmedi; sadece can çekişiyor belki. Onu yeniden canlandırmak, hepimizin kendimize dönüp hangi değerler uğruna neyi feda edebiliriz sorusunu sormamızla başlayacak. Belki bir gün, küçük menfaatleri bir kenara bırakıp çocuklarımıza daha adil, daha dürüst bir ülke bırakmak için gereken fedakârlığı yapmaya hazır hale geliriz. Nazım Hikmet’in mısralarında dediği gibi, “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” İşte karanlıktan gerçekten kurtulmak istiyorsak, hepimiz biraz “yanmayı” göze alabilmeliyiz. İdealizm ve oportünizm arasındaki bu yol ayrımında tercih yapma zamanı gelmedi mi?

Kaynaklar

Altan, M. (2025, 17 Şubat). Devletin Bekası-İnsanın Bekası. Artı Gerçek.

Göç, A. (2017, 1 Temmuz). Süleyman Demirel’in dillere dolanan meşhur sözü “Dün dündür bugün bugündür”ün hikayesi. Onedio.

Göle, A. (2023, 6 Aralık). Yolsuzluk yaşam biçimi. Haberlisin.

Karadağ, Ü. (2025, 9 Mayıs). Yönetmen İlker Canikligil’den ‘siyaset’ kararını canlı yayında açıkladı. Sözcü.

Öz, A. (2022, 5 Mart). Popülist, pragmatist, makyavelist politikalar bütün hızıyla devam etmekte. Yurttan Sesler.

Özbolat, A. (2014, 12 Kasım). Tüketim bağlamında dindarlığın dönüşümü. Birikim.

Rudaw. (2025, 2 Nisan). Türkiye’de ‘boykot’ tartışması: Satın almama özgürlüğü mü ekonomiye sabotaj mı? Rudaw.net.

Uzun, İ. (2024, 15 Temmuz). Darbe girişimini neden yabancı basından duyduk? Tuna Gazete.

Views: 3

Leave a reply

Back to site top